Hababam Sınıfı” yazarı Rıfat Ilgaz; çok sayıda öykü, roman, anı ve oyun türünde yazı yazmasına rağmen edebiyat dünyasında ekseriyetle şairliği ile meşhurdur…

Daha önce bir çok kitabının yayınlanır yayınlanmaz yasaklanması,  kendisinin de hapse atılması sebebiyle; Hababam Sınıfı’nın birinci kitabını yazdığında, aynı şeylere tekrar maruz kalmamak için yazar ismi olarak kapağa “Stepne” adını koyar… Yani bildiğiniz yedek lastik anlamında…

Beklenildiği gibi kitap oldukça ilgi görür ve çok satar…

Bir müddet sonra, öykünün ikinci kitabı basılırken, Rıfat Ilgaz ikna edilip, bu sefer kapağa kendi ismi yazılır… Ancak,  ikinci kitabın kaderi ilki gibi olmaz… Oldukça sert eleştiriler gelir…

Olayın kalan kısmını Rıfat Ilgaz, şöyle anlatıyor:

Babıâli demirbaşlarından dağıtıcı Faruk, kitabı evirip çevirdikten sonra:

“Nerde Stepneee...” demişti, “Nerde Rıfat Ilgaz... Herif yazmış... Ancak iki hikâyesini okuyabildim bu yeni kitabın. Bırak dostum sen bu işleri!”

Ne demek istediğini anlayamamıştım. Şaşkın şaşkın bakıyordum yüzüne:

“Rusçan fena değil!” dedi. “Doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!”

Ben Rusça biliyordum haaa?.. Haraşo’dan başka tek sözcük bilmiyordum Rusça olarak. Şaşkınlıkla sordum:

“Ben mi çevirmişim. Hangi yazardan?”

“Hangi yazardan olacak! Stepne’den.”

“Yani bu Stepne Sovyet yazarı, öyle mi?”

“Bırak lâf cambazlığını... Ha Sovyet yazarı, ha Rus yazarı... Hepsi bir kapıya çıkar... Baktın birincisi iyi gitti, ikinciyi de sen yetiştirdin geriden.”

Babıâli’nin Kral Faruk’u beni sinemacılarla karıştırıyordu. Ya da Mayk Hammer üreticilerine benzetiyordu. Bir koyundan iki post çıkarmakla suçluyordu yani... Haklıydı bir bakıma. Yanlışlığı birinci kitabın kapağına Stepne koymakla değil, ikinci kitabın üstüne kendi adımı yazmakla yapmıştım.

Hey garip kişi! Durup dururken ne diye böyle işlere özenirsin! Baban da mı mizah yazarıydı?

Şairlik neyine yetmiyordu senin?

 

Rıfat Ilgaz’ın karşılaştığı bu absürt durum, nadir rastlanılan bir durum değil… Pek çok kişi gibi ben de bu tür olayları sıkça yaşıyorum…

Psikoloji sözlüğünde “capgras sendromu”  olarak bahsi geçen bu hastalık hali, siyaset ve iş dünyasında salgın hastalık gibi yayılıyor…

Sendroma yakalanan insanlar, çevresindeki kişilerin aslında o kişiler olmadığına, onların yerini alan ve kötü niyet taşıyan kişiler olduğuna inanıyorlar…

Konuyla alakalı olarak, akademi dünyasında hemen hemen her gün şahit olduğum öyle örnekler var ki!...

Eğer, profesör, doçent veya doktor türünden akademik bir unvanınız yoksa;  ağzınızla kuş tutsanız bile üniversitelerde artık yeterince değer görmüyorsunuz…

Unvanınız olmadığı için kimse size o başarıyı yakıştıramıyor!...

O yapmamıştır, başkasına yaptırmıştır, başkasından kopyalamıştır…” demeye başlıyorlar…

Üstesinden geldiğiniz olağanüstü işleri dahi “kılı var, tüyü var” diyerek küçümsüyorlar…

Sanki “başarı, taltif, terfi ve ödül  bu unvan sahiplerinin tekelindeymiş gibi!...

Üniversite içinde, yönetim kademelerine bir atama yapılacağı zaman,  eğer bu tür unvanlarınız yoksa şimdiki devirde şansınız sıfır!...

Profesör; sadece doktora yaptığı alanın değil, sanki her alanın profesörüymüş gibi muamele görüyor artık!...

Akademik kalite veya büyüme, profesör-doçent sayısıyla ölçülünce; tabi çoğunun hak etmediği bu yüksek ilgi karşısında  etrafta “kibir dağları” oluşuyor hemen!...

Gösterilen ilgiyi ve yakınlığı paylaşmayı bilemeyince; kavga, gerginlik ve tartışmaların da sonu gelmiyor!...

Ben, tam 24 yıldır Giresun Üniversitesi’nde sorumluluk üstleniyorum…

Dikkat ederseniz, “görev yapıyorum” demedim, “sorumluluk üstleniyorum” dedim…

Bu sorumlulukların altına birilerinden ödül almak veya takdir görmek için asla girmedim…

Aldığım maaşı fazlasıyla hak edebilmek ve  memleketimin yükünü gücüm ölçüsünde hafifletebilmek bütün maksadım…

Anlayacağınız, hep “stepne” gibi gördüm kendimi!...

Ne arkamda bir dayım oldu, ne de torpilim…

Üstlendiğim tüm görevleri daima kendi kariyer yolculuğumun önünde tuttum…

Bu yüzden,  bir türlü doktora yapmaya ayıracak zaman bulamadım…

Görev anlayışımı kimin rektör olduğuna bağlı olarak da asla değiştirmedim…

O koltuğa kim oturduysa, hepsinin döneminde aynı şekilde davrandım…

Cüzdanımın değil, sadece vicdanımın derdindeyim ben…

Profesör, doçent gibi unvanları alır almaz kendini bir halt zannetmeye başlayan, yolda yürüyüşünü dahi değiştiren, tevazu nedir unutan, hakkı ve hukuku kendi merkezine göre ayarlayan, ayrıca ucuz reklamlarla isim parlatarak yol almaya çalışanlara üstat Rıfat Ilgaz misali ben de soruyorum:

-          Adamlık sizin neyinize yetmiyor ki!...