Okumuşundan tutun da en cahiline kadar, bütün insanların dünyadaki asıl çabası hayatı anlamlandırmak üzerinedir…

Temel bir ihtiyaç olan bu anlam arayışı, canlılar içerisinde sadece insanın fıtratında vardır…

İnsan kişiliğindeki en esaslı ve en önemli motive edici güç, içgüdüsel dürtüler ya da öğrenilmiş davranış kalıpları değil, bireyin varoluşunun anlamını keşfetme arzusudur…

Onun bu arzusunu yerine getirebilmesinin tek yolu da aklını ve iradesini kullanabilmesine bağlıdır!...

Aklın yakıtı bilgi, iradenin yakıtı ise özgürlüktür…

O halde basit bir mantık önermesiyle şunu söylemek mümkün:

-          Bilgi kaynaklarından yoksun bırakılan insan “akılsız”; özgürlüğü elinden alınmış insan da “iradesiz” demektir!...

Sorumluluk taşıma açısından değerlendirme yapıldığında ise; ne akılsız ne de iradesiz bir kişinin sorumluluk taşıdığını kimse iddia edemez!

Hiçbir dinin akaidinde ve hiçbir hukukun külliyatında böyle bir sorumluluk tarif edilmemiştir!...

O yüzden aklı olup, iradesi olmayana “esir”; iradesi olup, aklı olmayana da “deli” demiyor muyuz?!...

Bu açıklamaların ışığında; “memlekette şu anda ne kadar deli vardır acaba” veyahut, “gittikçe birilerinin kölesi haline mi geliyoruz” şeklindeki soruların cevabını size bırakıyorum…

Söz deliden açılınca bir fıkra ile devam edelim…

Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir deli, tüm uzman psikiyatristlerin çabalarına rağmen ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilememiş.

Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen doktorlardan biri, sonunda hastaya ölülerin kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltir. Hasta "tabii ki kanamaz, çünkü ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur" der.

Doktor bu cevabı alınca; üzerine küçük bir iğne alıp hastanın parmağına batırır. Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi ilginçtir.

"Lanet olsun! Ölüler de kanarmış."

İbni Sina’nın dediği gibi: Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör olamaz...

Klinik raporlu delilerin yanında, gözü olduğu halde görmek istemeyen, aklı olduğu halde düşünmek istemeyen delileri de hesaba katmak lazım…

Deliliğe böyle bir izahat yapınca; kölelik mevzusunun da hakkı kalmasın… Onu da bir hikâye ile detaylandıralım…

Hindistan’ın Karnataka adlı bölgesinde, ilginç ve son derece dokunaklı bir olay yaşanır…

Aç bir leopar, bir sokak köpeğini kovalamaya başlar… Kaçmaya çalışan köpek, paniğe kapılarak bir pencereden içeri atlar… Girdiği yer küçük kapalı bir sığınaktır…

Leopar da hızını alamayarak köpeğin peşinden içeri dalar…  Pencere içeriden yüksek olduğu için aynı yerden dışarı çıkmaları imkansızdır…

Böylece, av ve avcı bu küçük kapalı odada kapana sıkışırlar…

Köpeğin korkudan ödü patlamaktadır… Bir köşeye sinmiş, nefes almaya bile cesaret edemez…

İçgüdüleri ona en ufak bir hareketin sonunu getirebileceğini söyler…

Fakat tuhaf bir şekilde, aç olmasına rağmen leopar ona saldırmaz… Bir pençe darbesiyle avını kolayca yere serebileceği halde bunu yapmaz!...

Öylece durur… Gözlerini bir noktaya diker ve sanki görünmez bir güç onu hareketsiz tutuyormuş gibi bekler…

Tam on iki saat boyunca iki hayvan, bu garip ateşkesin içinde kalır… Ne bir hırlama ne bir saldırı… Sadece, kutsal bir gerilimle örülü bir yüzleşme...

Sonunda orman korucuları müdahale eder, leopara bir anestezi oku sıkarak onu yeniden doğaya salar...

Ama akıllarda şu soruyu bırakır:

-          Leopar, fırsatı varken köpeği niçin yemedi?

Vahşi yaşam uzmanları duruma ilişkin şöyle bir açıklama yaparlar:

-          Vahşi hayvanlar içgüdüsel olarak özgürlüklerine bağlıdır. Özgürlüklerini kaybettiklerini anladıklarında, derin bir keder onları sarar… Ve bu keder, hayatta kalma içgüdülerini bastırır. Açlık bile, bu tarifsiz çaresizliğin karşısında geri çekilir.

Çünkü özgürlük, hayatın ta kendisidir. Varlık ile mutluluk arasındaki görünmez bağdır.

Düşünmek, hareket etmek ve kendi isteğine göre yaşamak…

İşte, hayvanların dünyasında dahi gerçek saadet, gerçek çaba budur.

Bugün, aklımızı ve irademizi elimizden almaya kalkışan tehditler karşısında hikâyedeki köpek gibi kaçacak yer arıyoruz…

Fakat, nihayetinde sosyal bir varlıksın; nereye kaçabilirsin ki? Kimden ne kadar uzağa gidebilirsin?..

Leopar misali, yalnızca tehdit edilenler için değil tehdit edenler için de kaçınılmaz son aynı!...

Sanki, ünlü Alman filozof Arthur Schopenhauer’un “kirpi ikilemi” adlı metaforunu yaşıyoruz şu sıralar…

Dondurucu soğuktan veya amansız yalnızlıktan bir nebze olsun kurtulmak için sarıldığımız insanların dikenleri batıyor artık…

Yaralıyor, kanatıyor…

Birbirine dokunamayan kirpiler misali; her şeye rağmen birbirimizden ne uzaklaşabiliyoruz, ne de gereğince yakınlaşabiliyoruz…

Lafı daha fazla uzatmadan, konuya “cuk” oturan bir fon müziği ekleyip bitirelim isterseniz…

-          Şimdilik araftayım, firardayım, hastayım… Kim bilir, kaç bahar sonra iyileşir yürek?