Duygularını, kendiyle savaşımlarında yitirmiş bir kuşağın çocuklarıyız biz. Kimliksizlik önümüze altın tabak içinde ‘Evrensel Olma’ adı altında sunulduğundan beri en vazgeçilmez yanımız oldu maalesef.
Kendimizden uzak hayatların içinde günbegün boğuluyoruz!
Bu şuna benziyor. Resim yapmayı bilenler daha iyi alayacaktır beni eminim. Resim tarihini, geçmişini bilmezseniz, gördüğünüzü çizmeyi orantılı olarak başaramazsanız modern resim denilen tarzı işleyemezsiniz tablolarınızda. Herşey özünün dönüşmesi ile ortaya çıkar. Öz değilse dönüşen bayağılıkta anlam bulmaya mahkumdur.
Sen (ben, o) özünü, aileni, kültürünü, geleneğini kabul etmez ama sadece özenti olarak ‘başkalaşırsan’, sana ait olmadığı her şekilde ortada olan bir yalanda boğulursun.
Beynini kullanmak adına türlü zeka ve kelime oyunları ile hayatı, gündemi ve kendini dile getiren, kaleme alan çoğu kimsenin kaçırdıkları en önemli nokta; yüreklerini yok saymaları.
Hayatın içerisinde ve sanal alemde denilen yerde konuştuğum, takip ettiğim insanların %90’ı oldukları değil, olmak istedikleri kişi gibi davranıyorlar. Aslında bir açıdan kusursuz olmaya çalışmak ve öyle davranmak kötü değil elbette ancak bunu ‘an’ olarak yaşamaları ve her ortamda aynı olmamaları kişilik bozukluklarına yol açıyor. Aynada gördüğün kişiyi bakıyorsun sadece görmüyorsun zamanla.
Ne zaman baktın aynadakine?
Ne zaman konuştun onunla?
Ne zaman sevdin onu?
Ne zaman uzun uzun dinledin onu?
Delimiyim ben dediğinizi duyar gibiyim bazılarınızın. Lütfen biraz geniş açıdan bakın, lütfen. Ana rahminden itibaren edinildiğimiz bilgilerin, davranışların doğru ve vazgeçilmez olduğunu düşünerek. Kendimizi sevmiyor, kendimizi dinlemiyor, kendimizi anlamıyor, kendimize zaman ayırmıyoruz ancak birilerine kendimizi sunuyoruz. Aslında -muş gibi yapıyoruz. Çünkü sen seni bilmez, seni tanımaz, senli hiç bir anda söz sahibi olmazken bir başkasına kendini nasıl verebilirsin! İmkansız.
Bir uyanış gelir bulur en çıkmaz anımızda, görmeyi başarabilirsek en kötü anı bile olumluya çevirebiliriz. Böyle bir olay karşısında yapmamız gereken sakin olmak, derin nefes almak ve elimizdekilere şükredip teşekkür ederek, hayata bunu geri sunmaktır.
Bundan 6 yıl önceydi...
Hayatımda her şey ters gitmeye başlamıştı. Sağlığım, işlerim, aile hayatım. Her an boğulduğumu ve daha kötüye gideceğine öyle inanıyor ve bununla yaşıyordum ki. ‘Sen kendini kötüye alıştırda, iyi olduğunda sevinirsin!’ cümlesini duyarak büyümüş ve çok gülmenin, mutlu olmanın ardından hep kötü birşey olacağına, ağlayacağıma inandırılmıştım. Gülmek karneye bağlanmışken evde kahkaha attığında günah işliyormuş muamelesi görürdün. Konuşmak için ‘büyüklerin’ sana soru sorması gerekliydi aksini yapman büyük saygısızlıktı. Hiçbir zaman kim olduğunu bilemediğim bir grup vardı hayatımızda ve biz herşeyi onlara göre yapardık. ‘Elalem’ denilen bu grup ellerindeki kılıçla cellat gibi dururlardı tepemizde. Geçmiş denilenler karabasan gibi yüreğimden, zihnimden çıkmıyordu. Nereden başlamalıydım suçlamaya birilerini? Birileri bunun bedelini ödemeliydi ve bu ben değildim kesinikle. Öyle düşünüp, öyle inanıyordum. Herkesi ve herşeyi suçluyordum hayatımı bu hale getirdikleri için. Nefret, öfke, suçlama... Bunlarla besleniyordum kana kana. İnsan sadece bildiğini yaşar.
Bilinçsizce bir çıkış yolu arıyordum sadece ve biri çıktı karşıma. Sonrasında konuşmadan anlaştığım, aynı dili konuştuğum, insanı sevmeyi, sarılmayı öğrendiğim, dostum diyebildiğim biri. Bir kitap önerdi bana ve işte o andan sonra ben asla aynı yerden devam etmedim hayatıma. Delirdiğimi, anlamsız şeylerle uğraştığımı, boş işlerin peşinde koştuğumu avaz avaz söylesede ‘Elalem’ duymadım, görmedim... Ruhumun huzurlu olduğuna inandığım yoldaydım ve gerisi tüm önenimi yitirmişti. Zamanla uyanmaya başladığımda farkındalıklarım arttğında öfkemden eser kalmadı. Öfkemden şikayetçi olan çoğu kişi ‘Bayan Pozitif’ lakabını yakıştırmaya başladı. Geçen zamanın detaylarından ziyade gelinen noktaya odaklanırsam; buradayım, yazıyorum ve yaşıyorum (gerçekten yaşıyorum).
Genelde mutsuz, umutsuz, geçmişi ve kimliğiyle, yaptıkları hataları başkalaştırıp ‘diğerleri’nin üzerine yıkmaya çalışma gayreti yorgun bırakıyor bedenleri ve ruhları.
Bunu görmek öyle kolay değil, biliyorum.
Ancak zor hiç değil.
Yapmamız gereken geçmişi bir kenara bırakıp, yaşadığımız her anın hakkını vermek. Anı yaşamayı günümüzde sorumsuzca yaşamak ve herşeyi tüketmek olarak algılayıp uygulayanlara destek olsun diye söylemiyorum elbette.
Geçmiş bizlerin sadece zihinlerinde ve yüreklerinde. Biz istediğimiz ölçüde ve derinlikte iz bırakıyor. Herşey senin yüklediğin anlam kadar var. Kimse ama hiç kimse bir başka insanın yüreğine ve zihnine hükmedemez. Bunu söylem olarak hayatımızda kullanıyorsak bu bizim tercihimizdir. Tercihlerimizden dolayı birilerini suçluyorsak kendi hayatımızı yaşıyoruz denebilir mi?
Yaraların fazlaca acıtmaya başladıysa seni bir adım geri gidip algılama şekline bakman yeterli. Olaylardan ziyade bakış açılarımızdır bizi hayatta var kılan. Keşke çocukluğumuzdaki gibi bir öpücükle geçseydi acılar.
Bazı şeyler öpmeyle geçmeli çocukluktaki gibi...