Daha son demine vurmadı yalnızlığım ve daha kimsesizlik kıvamında değil ruhum.
Öfkeyle sağa sola savrulan yürekler görüyorum etrafımda sıkça. Sözleri yaralarını örtmeye çalıştıkça kendini ele veren çığlıklar gibi. Huzursuz gibi gözüken stabil hayatlara tutunmuş, sözde dolu dizgin anı yaşarken çoğu kişi mutluluk kelimesini masallarda bırakalı öyle uzun zaman olmuş ki.
‘Hadi gel mutlu olalım beraber’ desen ‘Mutluluk gerçek mi? Nasıl bir şey?’ diyecek insanlar tanıyorum. Acının insanı olgunlaştırma felsefesini yanlış anlayıp arabeske bağlamayı ve birilerini suçlayarak yaşamayı güçlülük sanmaya başlayalı insan denilen varlık, kaosun içinde debeleniyor. Ve gerçeklik sanıyor içinde demlenmemiş her sözü, duyguyu, düşünceyi dışa vurduğunda. Raflar dolusu kitap okumakla, geceleri zeki insanların uykusuz kaldığını duyduğundan beri o gruba ait olduğunu kanıtlamaya çalışırcasına sanallıkta beynini ve yüreğini hunharca harcadıkça bencilliğini besliyor.
Sözüm yok kimseye demeyi çok isterdim ancak var. Çünkü çay bile demini almadan içildiğinde tadını vermiyor. İnsan yaşadıklarını demlendirmeden dile getirince hamlıktan yenmiyor, hissedilmiyor, inanılmıyor. Gerçi herkes böyle olunca biraz demlenmiş birine ‘Sen kimsin? Ne anlarsın?’saldırıları da kaçınılmaz oluyor.
Ters köşe hayatlarda köşe kapmaca oynamayı zeka sanıp yürekleri zayıflık diye diye aşkında içini boşalttınız.
Sanmayın bu sözler sadece size. En çok kendime sesleniyorum aslında. Farkındalıklarla yaşamalıyım endişesi ile olanı yok sayıyorum bende çoğu zaman.
Kendine olan yolculuğunda yaşadıklarını paylaşmaktan öte değil yazdıklarım.
‘Ben bilirim, hayatı yedim yuttum bak şimdi otur karşıma dinle beni. Sana hayatın sırrını öğreteceğim!’ diye biri varsa etrafınızda hemen kaçın oradan. Egosunun kölesi olmuş biri size esareti öğretir sadece ki bu bile zor.
Kimse kimseden ne üstün ne de eksik.
Bazılarımız bunu dile getirme ve açığa çıkarma konusunda bir tık daha cesaretliyiz o kadar. Risk alıp elimizi taşın altına sokmayı başarabiliyoruz. Hepi topu 29 harf ile anlatılanlar, yaşanmışlıklardan ötesi değil aslında. Her insanın öyle muhteşem çıkarımları var ki hayattan. Çoğumuz başkaları tarafından değerli sayılmayı öğrendiğimizden olsa gerek varlığımızda olanı sevip, kabul edip, sahip çıkmıyoruz.
Sen olduğun gibi özelsin. Değerlisin. Önemlisin.
Önce bunu gör ve kabul et lütfen.
Başkalarına göre yanlış olman, senin yanlış olduğun anlamına gelmiyor. Çocukluğumuzdan beri var olan bir grup var etrafımızda ve ben onlar kim henüz tanışmadım. ‘Elalem’ denilen bu grup (ki henüz kimliği tespit edilip ortaya çıkmış değildir kendileri) her konuda söz sahibi hayatlarımız üzerinde.
Seni yaradan bile son nefesine kadar sana yanlışlarını fark edip geri dönme şansı vermişken, birileri hakkında doğru, yanlış, namuslu, namussuz diye yargılarda bulunup kabul edip ya da dışlamak ‘Allahçılık’ oynamaktır.
Herkesin bir oyun bahçesi vardır mutlaka. Düzenini kendisinin kurguladığı, kurallarını koyduğu, sınırlarını çizdiği, kimin girip kimin oradan çıkacağını tespit ettiği. Burası senin alanındır. Kral sensindir. Sen ne dersen o olur. Senin hayatındır. Sen, senin alanına başkasını yönetici tayin ediyorsan ve kabul edemiyorsan sonra onun söylemlerini, kendi alanına sahip çıkmayı, yönetmeyi, korumayı öğrenmek zorundasın.
Cesaretin yoksa yönetilmeye mahkumsun.
Cesaretin yoksa esareti huzur sanırsın.
Cesaretin yoksa yedekte kalmaya mahkumsun.
Cesaretin yoksa sen yoksun.
Zihninde ve yüreğinde, konuşarak, egosunu besleyenlerin ya piyonu olursun ya da evrensel insan olma yolunda kendine olan yolculuğuna başlarsın.
Elindeki raketle sana atılan her topu karşılarsan, kuralların belirlendiği bir oyunun vazgeçilir etkisiz elamanından başka bir şey olamazsın.
Bunca şeyden sonra dersen ki ‘Sen kimsin arkadaşım? Sana mı kaldı bunları demek?’.
Cevabım şu: Evet bana kaldı bunları demek. Ben okuduğun, gördüğün, dinlediğin, aynada karşına çıkanım. Her şeyden bir parçayım ve hiçim.
Bunları demeye cesareti olanım.
Varsa cesaretin buyur yaz, konuş, eyleme geç.
Ya da korkak olarak yaşa.
Seçim senin dostum…