Ben çocukken Kurban Bayramı sabahları telaşlı ve sinirli olurdu annem. Her zaman hayvan boğazlamaya yetmese de güçleri…evimizin engebeli bahçesine dolan tiplerden hiç haz etmez, biraz da ürkerdim.
Bayram sabahı koyunu kaçıran ve aklı yetmediği için iyi plan yapamayıp poposunda kızılcık çubuğunun yarasıyla dolanan bir çocuk olarak söyleyebilir miyim? Duygusal bağ kurduğunuz hayvanınızın sizden koparılması dayanılmaz bir şeydir. O hayvanın bir kedi veya köpek gibi evcil olmasına lüzum yoktur, bir inek de aynı duygusal yakınlığı gösterir sahibine…yeter ki yaşamasına ve yaşlanmasına izin verilsin.
Benim bayram korkuma öğleden sonrasının kokusu da eklenince korkunç olurdu; korku, koku karşımı korkunçluk…kaçıp gitmek ve bir şeftali koparmak, yemek geçerdi içimden. Ardından etraftan Türk Hava Kurumu’nun kamyonetleri gelip kurban derisi toplarlardı, o zamandan bilirdim bu bağışın kıymetli olduğunu. Dedem söylerdi bana bunları…yükselir ellerimizle, desteklerimizle…
Daha sonraki yıllarda bir yarış başladı hava kurumu ile kuran kursları arasında…kim toplayacak, kime bağışlanmalı?
Sanırım bu rekabette hava kurumu kaybetti. Gelirinin ve yok olmasının altındaki sebepleri elbette kurban derisi gelirlerine bağlayamayız ancak önemsizleştirilmesi, itibarsızlaştırılması, gereksiz, hantal ve masraf olarak bakılmasının altında bunlar da yatıyor olmalı…
2021 yılı itibariyle benim doğduğum kasabada camiler ve kuran kursları artık bütçeden yüklü gelir aldıkları için olsa gerek kurban derilerine itibar etmediler, THK’nın da başı ezildiğine göre…Kurban derileri köpekler tarafından çekelendi akşam üzerinden sabaha kadar, sorun olmadı bu etrafta, çünkü etleri alınmış, mideler dolmuştu. Sevap kazanılmıştı.
Bir canlıya saygı, kurbanın kutsallığı, deri sanayine gidecek hammaddenin kaybı önemli değil miydi?
Annem…? Arada bir popomuza vururdu. Tüm bunlara rağmen fidan seven, hayvan okşayan, bitkileri ile konuşan, bu uğurda komşusu ile münakaşa etmeyi göze alan biriydi. Maçka’da deniz değil çoşkun akan deresi vardı eskiden ama…’denizin kenarında bile suyu idareli kullan’ öğüdü kulağımdadır.
Ben de bugün, sekiz sene önce bugün, doğurmakta güçlükle karşılaşıp doğuramayan ve çocuğunu 21 gün boyunca görememiş biri olarak çok buruk ve karışık duygular içindeyim. Mehmet’imin doğum gününde sevinecek hiç bir şey, kutlayacak hal ve istek bulamıyorum. Çocuğumun doğum gününün sevincini uzaktayım ama ormanlarımızın dumanı sardı, içim yandı. Anne ve babamı kaybetmek dışında acı yaşamadım ama bu yaşadığımın en büyük acı olduğunu hissediyorum.
Toprak Ana’ya da ihanet gibi geliyor adeta…
Yılan öldürdüğümü itiraf ederek yanan bir yılanı görüp de bu kadar üzüleceğimi hiç düşünmezdim.
Ormanlar her yerde yanabiliyor ama yanıp bitiyor mu? Yangın kendiliğinden sönerse yanacak birşey kalmadığı için değil mi? Bu acı ne büyüktür ve diner mi?
Çam balının anavatanı ‘Bal Köyü’nün artık olmadığını, Ballı Marmaris’i, ormanı ve deresiyle serinlik veren ve bizi kendine minnettar bırakan Köyceğiz’i, Mavi Yolculuk’u, güzel Ören’i, Milas’ın şahane köy pazarını, doğal yaşamı ve doğada yaşayanları..
‘Orman vasfını kaybetmiş arazi’ kavramı yüreğimizi daha dağlasa da vazgeçmemeli değil mi?
Bir tek dal kırmadan…
Ormansız kalmadan…
Her insan bir fidan dikmeli yurdumda.
Yuvadır kuşlara…örtüdür toprağa…can verir doğaya.
ORMANLAR YURDUMDA