AK Parti'nin en başarılı olduğu alanlardan birisi dış politikaydı. Hem iç kamuoyu hem de dünya Türkiye'nin bölgesiyle entegrasyonunu ve bölgesel sorunları ortak akılla çözme girişimlerini ilgiyle, hayranlıkla izliyordu.

 

Bölgeyi bir barış, istikrar ve ekonomik işbirliği alanı haline getirmek gibi bir misyonla çok önemli adımlar atıldı. Komşularla sıfır sorun cumhuriyet dönemi dış politikasında bir paradigma değişimi anlamına geliyordu.

 

Şimdi risk, demokrasiyi ve ekonomik kalkınmayı destekleyen bir dış politika pratiğinden demokrasiyi ve ekonomik kalkınmayı baltalayacak bir dış politika noktasına gelmemiz.

 

Hep söylemişimdir; dış politika sadece dışa yönelik bir eylem değildir; dış politikanın önemli işlevlerinden biri, 'iç'i kurması, 'iç düzen'i tahkim etmesi ve meşrulaştırmasıdır. Bu nedenle dış politikanın, bazen iç politik amaçlarla araçsallaştırılması bildik, yaygın bir uygulamadır.

 

Dış politika algıları, tercihleri ve yönelimi belli bir düzeni pekiştirir. Biliyoruz ki dış politika yıllarca, komşuları 'düşman' olarak niteleyen 'kuşatılmışlık' zihniyetini meşrulaştırmak ve toplumsallaştırılmak için kullanıldı. Sonuçta özgüvenden yoksun, herkese korku ve kuşkuyla bakan bir toplum yaratıldı.

 

Her yandan gelen tehdit, içerde önemli bir işlev gördü; otoriter yapı meşru ve de gerekli görülmeye başladı. Otoriterlik dış politika yoluyla oluşturulan korku ve kuşkularla pekiştirildi. Güvenliğin temel ihtiyaç ve temel öncelik olduğu bir ülkede elbette 'güvenlik bürokrasisi' sistem üzerinde vesayet sahibi olacaktı. Liberal bir demokrasi, çoğulculuk ve hukuk devleti 'dört yanı düşmanlarla çevrili bir ülke için lükstü.

 

Bu yapı 1999 sonrası değişmeye başladı. Bir yandan demokratikleşme reformları öte yandan da ekonomik kalkınma ve refah üretme gereği, dış politikada tehdit ve korku üretme, tehdit ve korkuyu içerinin otoriterleşmesi için kullanma imkânlarını ortadan kaldırdı.

 

Sonuçta çatışma ve gerginlik yerine işbirliği ve diyaloğu merkeze alan, askeri tehdit yerine dış politika hedeflerine ulaşmak için 'yumuşak güç'ünü kullanan bir dış politika anlayışı uygulanmaya başlandı. Komşularla sıfır sorun politikası bu anlayış üzerine inşa edildi. Devlet ve diplomasi kadar iş dünyasının, düşünce kuruluşlarının ve sivil toplumun da rol aldığı, dışarıyla derin ilişkiler kurduğu bu dönemde Türkiye'nin hem prestiji hem etkinliği küresel ve bölgesel düzeyde arttı.

 

Paradoksal biçimde Arap Baharı Türkiye'nin dış politikasının kimyasını bozdu. Devrimler Arap halkının demokrasi ve özgürlük taleplerinden çok, Ortadoğu'da 'Batı düzeni'ne Arap halklarının bir isyanı olarak okundu.

 

Ortadoğu'yu Batı boşaltıyorsa Türkiye doldurmalıydı ortaya çıkan boşluğu. Tarihi ve kültürel 'ortaklıklar' böyle bir misyona mahkûm ediyordu Türkiye'yi.

 

'Yeni Ortadoğu'yu biz kuracağız' iddiası böyle bir zihin dünyasının eseri. 'İlham kaynağı' olmak yerine 'kurucu' bir güç olma iddiası çok ileri bir noktaya işaret eder. Hegemonik unsurlar içeren 'ağabey' tutumunu bile aşan 'emperyal' bir hava içerir. Dolayısıyla böyle bir misyona bölgeden paydaşlar bulamazsınız. Kimse kendi ülkesini emperyal bir projenin parçası haline getirecek bir sürece destek vermez. Sonuçta kurduğunuz 'yumuşak güç' unsurlarını da kaybedersiniz. Elinizde sadece 'katı güç', yani 'bilek gücü'nüz kalır. Bugünün dünyasında da bilek gücünüzü kullanmanız zordur.

 

Paradoks budur; ne 'katı-askeri gücünüzü' kullanabiliyorsunuz, ne de 'yumuşak gücünüz' artık bir anlam ifade ediyor. Çünkü güç kullanma tehdidinde bulunduğunuz anda yumuşak gücünüzün etkinliğini de bitirmiş olursunuz. Suriye ve Irak'ta yaşadığımız açmaz budur. Artık ne önceki 'işbirliği' paradigmasına dönebiliriz ne de 'çatışma' paradigmasının vazgeçilmezi olan tek taraflı güç kullanma imkânına sahibiz.

 

Dolayısıyla başa dönüyoruz; Türkiye'nin dış politikası 'iç politika'daki iktidar projeksiyonlarının bir uzantısı haline geliyor. Suriye, Irak ve İran'la yaşadığımız sorunlar, ABD ile ilişkilerin gelinen noktası ve AB krizi bu aktörlerin iç gelişmeleri kadar bizim 2014 senaryolarıyla da alakalı. Sakın Suriye 2014 sonrası için bir 'son adım' olmasın?

(Zaman gazetesinden alınmıştır)