On yılın ardından iktidar partisinin hâlâ bir alternatifi yok. Dolayısıyla ülkenin nereye doğru gittiğini anlamak için AK Parti'ye bakmak gerek.
Partinin kimliği, söylemi ve icraatları istikamet hakkında belli bir fikir veriyor. On yıllık değişim sürecinde değiştirdiği kadar değişti de AK Parti. Artık ne 2002'nin ne de 2007'nin partisi.
Hikâyenin başına dönersek... Menşeinden geldiği partilerin dördü kapatılmış, genel başkanı bir konuşmasından dolayı hapse atılmış bir parti, seçimleri kazansa bile 'iktidar' yapılmayacağını biliyordu. Karşısında neredeyse yüz yıllık bir 'sivil-asker bürokratik oligarşi' vardı. Ellerinde de istemediklerini 'anayasal yollarla' durduracakları mekanizmalar; hem laiklik gibi söylemsel bir mekanizma hem de MGK, Anayasa Mahkemesi, YÖK gibi kurumlar. AK Parti iktidar olabilmek için bu 'vesayet rejimini' yenmek zorundaydı. Otoriter, bürokratik, çağdaş dinamiklerden ve gelişmelerden bihaber bu yapıyla mücadelenin yolu demokrasiydi. Demokrasi adına mücadeleyle hem toplumun hem dünyanın desteği alınabilir, çağ dışı kalmış Kemalist bürokratik rejim tasfiye edilebilirdi.
Öyle de oldu; AK Parti kendini askerî vesayet ve onun resmi-sivil uzantılarına karşı konumlandırdı; ana rakibi oydu çünkü. Böyle bir konumlandırmayla hem partinin 'demokrat' kimliği inşa edildi hem de 'milli görüş' dışında kalan geniş toplumsal kesimlerle 'stratejik bir koalisyon' oluştu. 27 Nisan ve kapatma davası badireleri atlatıldıktan sonra 'muhafazakâr-liberal-demokrat' blok 12 Eylül referandumuyla 'askerî-Kemalist vesayeti' kesin bozguna uğrattı. 11 Haziran seçimleriyle de AK Parti tam anlamıyla iktidar oldu. Vesayetin siyasal uzantısı rolünü oynayan CHP'yi her seçimde yenmişti ve artık CHP karşısında her seçimi kazanacaklarına inanıyorlardı. Kısaca CHP de, ordu da, Anayasa Mahkemesi de AK Parti'nin rakibi değildi. Vesayet yapısı demokratik bir süreçte, demokratlarla ve demokrat bir söylemle dağıtılmıştı.
Kendisinin ve rakiplerinin anladığı gibi geriye sadece 'Kürt hareketi' kalmıştı. Parti bu sorunu da pasifize etmeye çalışmış, ancak görüşmelerden bir çözüm çıkmamıştı. Dolayısıyla içteki ve dıştaki rakipleri AK Parti'ye 'Kürt meselesi' üzerinden zarar verme stratejisine yöneldiler. Buna karşı iktidar partisi de pozisyon aldı; Kürt meselesinin çıkartabileceği sorunlara karşı en etkili panzehir olarak düşündükleri 'devletçi-milliyetçi' bir pozisyona doğru yöneldiler. Bugün AK Parti kendini PKK ve BDP'ye karşı konumlandırıyor. Bu noktada da artık demokrat bir kimliğe ihtiyaç duymuyor. İhtiyaç duyduğu kimlik milliyetçilik, buluşmak istediği kitleler milliyetçiler. Bu hatta da yaslanacakları yeni koalisyon 'devletçi-milliyetçi' blok olacak. Parti sözcülerinden sıklıkla duyduğumuz 'devletçi dil' bir tesadüf değil.
Son zamanlarda içinde 'ihanet' kelimesi geçmeyen cümle kurmuyor hükümet çevreleri. AK Parti'nin reformist olduğu dönemlerde bu 'ihanet dili'ni kimlerin, kimlere karşı kullandıklarını hatırlıyor musunuz? Şimdilerde 4+4+4 sistemine karşı çıkanlar bile 'hainlik'le suçlanıyor. AK Parti lideri eskiden CHP'yi "Sivas'ın Doğu'suna gidemiyor!" diye eleştiriyordu. Bugün ise BDP ve PKK ile 'müşterek çalışmak'la suçluyor. Bu tür ithamları "reformist AK Parti"ye CHP ve ulusalcı kesimler yapardı. AK Parti'nin açılım siyasetini o günlerde ihanet olarak niteleyen CHP şimdilerde AK Parti tarafından 'öte tarafa geçmek'le suçlanıyor. Ne oldu? Siyasette partilerin 'pozisyon değişikliği'nin işaretleri var.
AK Parti artan PKK saldırılarına ve provokatif BDP siyasetine karşı 'milliyetçi-devletçi' bir zemine kayarak 'kazanacağını' düşünüyor; dün vesayet rejimine karşı 'demokrat' bir kimlikle kazandıkları gibi. Dün 'demokrat merkez' boştu. CHP laikçi, statükocu ve devletçi kimliğiyle, merkez sağ partiler de 28 Şubat ve 27 Nisan sınavlarında askerle iş tutarak 'demokrat merkez'i boşaltmışlardı. Bu boşluğu AK Parti gördü ve doldurdu. Bugün AK Parti 'demokrat merkez'den çekiliyor, 'milliyetçi-devletçi' bir kimliğe gömülüyor.
Bu tablo, siyasette aslında yeni bir fırsat yaratıyor; 'milliyetçi-devletçi' cephede saflar dolu, hatta AK Parti'nin de geçmesiyle haddinden fazla kalabalık. Dolayısıyla AK Parti'nin geldiği 'yeni zemin'de rekabete girişmek yerine, boşalttığı yere yönelmek siyaseten bir fırsattır. Bakalım bunu görenler olacak mı?
(Zaman gazetesinden alınmıştır)