Doğrusunu söylemek gerekirse Emine Hanım'ın Uludere'yi ziyaret edip, orada çocuklarını kaybetmiş annelerin derdini dinlemesini çok önemsemiş ve bunu Başbakan yapsa dahi, bu derece anlamlı olmayabileceğini düşünmüştüm.
Çünkü, hükümetin Kürt açılımı "analar ağlamasın" sloganı üzerinden neşv-ü neva bulmuştu. Çünkü, bu ülke "gözyaşının rengi, ırkı, dili yoktur; anneliğin de öyle..." cümlesinden daha güzelini duymamıştı.
"Analar ağlamasın" diskuru; Kürt meselesinin çözümünde devletin hem kalbi, hem beyni olma anlamını aynı anda içerecek tek imkandı, tek yordamdı...
Dolayısıyla Uludere'de ağlayan anaları; Başbakan'ın çocuklarının anasının teskin etmesinden daha zarif bir hareket düşünülemezdi.
Sonuç itibariyle Emine Hanım'ın Uludere'ye gidip o kadınların evlat acısına döktüğü gözyaşı, sadece kendisine değil, temsil ettiği herkese aitti. Türkiye'nindi... Bence Emine Erdoğan'ın ziyareti "analar ağlamasın" söylemi uyarınca dilenmiş özürdü.
Ancak beklenen olmadı, kalpten kalbe yol kurulamadı. Roboski'nin evlat acısı çeken anneleri, bu özrü yeterli bulmadı, devletten özür beklediklerini beyan etti. Öte yandan devlet, Emine Erdoğan'ın gözyaşında somutlaşan şefkat ve merhamet duygusundan habersizmiş gibi davranmaya başladı.
Oysa daha geçtiğimiz ay bizzat Başbakan tarafından seçmeli Kürtçe derslerinin müfredata konacağı açıklanmıştı, karar hayata da geçirildi. Bu, Kürt meselesi zaviyesinden bakıldığında Cumhuriyet tarihinin en önemli adımlarından ve hükümetin "putkırıcı" ataklarından biriydi.
Keza, 2009 yılında teslim olmuş 3 PKK'lının yargısız infazından sorumlu 17 asker tutuklandı. Güzel ülkemin karakteristiği düşünüldüğünde bu da, pek vaka-i adiye sayılmazdı. Çünkü bir zamanlar teslim olmuş olsa bile PKK'lı infaz etmek, ne TSK nezdinde ne de devlet nazarında suç sayılırdı.
Uludere katliamının yaşandığı günlerde de, ivedilikle soruşturma açılmış ve kamuoyuna sorumlular hakkında gerekli cezai işlemlerin yapılacağı izlenimi uyandırılmıştı.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in önceki gün yaptığı açıklamaya göre ateş emrini veren sorumlu tespit edilmiş, o emri "Ankara'da o görüntüleri analiz eden komutan" vermiş.
Peki ceza-i müeyyide? O yok.
Onun yerine "Bu olay, güvenlik güçlerimizin tecrübe hanesine yazılmıştır" cümlesi var. Onun yerine "O köylüler kaçakçılık yaparken vuruldular, sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı" hükmü var. Onun yerine "Kaçakçılık olayı gölgede kaldı. O bölge KCK'nın kontrolünde bir bölgedir. Bölücü terör örgütünün sıktığı kurşun, giydiği giysi, ayakkabı parayla alınıyor. Bu gençler figüranlardır, filmin baş aktörleri vardır" bilgisi var.
Diyelim ki öyle...
Diyelim ki, o 34 kişi terör örgütüne yardım ve yataklık yapıyorlardı.
Bunun bedeli ölüm mü olmalıydı? Dünyanın bütün suçları için yargılanma hakkı varken, onların neden olmadı?
Bu bağlamdan bakıldığında, Uludere'de yaşananların 17 subayın tutuklanmasını sağlayan "3 PKK'lının yargısız infazı" olayından farkı ne?
Devlet bir yandan, teslim olmuş 3 PKK'lıyı infaz ettiği için 17 subayı tutuklarken; kaçakçılık yaptıkları kesin olan, ancak terör örgütüne yardım ve yataklık yaptıkları konusunda sadece bir "isnat" bulunan 34 insanın üstüne bomba yağdırma emrini veren subayı nasıl ve neden cezalandırmadı?
Kaçakçılığın cezası ağırlaştırıldı da, bizim mi haberimiz olmadı?
Hakikaten anlamak zor...
"Analar ağlamasın" diye çıkılan yolun sonu, ağlayan anaların kederini arttırıyorsa, o yol çıkmazdır. O çıkmaza girenin duvara toslamaktan başka seçeneği de yoktur...
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)