İtiraf etmeliyim; Türkiye'de demokrasinin yerleşik hale gelmeye başladığına; darbeler eliyle inkitaya uğrama geleneğinin sona ermiş olabileceğine gerçek anlamda kani olmaya başladığım ilk gün; 28 Şubat soruşturmasının başladığı gündü.
Zira, 12 Eylül'le hesaplaşmak olsa olsa sembolik bir adımdı. Faillerinin neredeyse tamamı ya terk-i dünya eylemiş ya da eylemeye çeyrek kalmışlardan oluşan, üzerinden 30 küsur yıl geçmiş bir darbeye açılacak soruşturmadan ne çıkabilirdi? Üstelik böylesi bir davanın birtakım teknik sıkıntılarının olması da mukadderdi. Buna gerçek bir hesaplaşma denebilir miydi, pek emin değildim..
Ancak 28 Şubat'la hesaplaşmak, bu topraklara yüzyılı aşkın süredir tebelleş olmuş, hatta bu toprakların belası olmuş darbelerle yüzleşmek ve darbecilerin bir sonraki sefer için bir değil, iki kez düşünmelerini sağlayacak caydırıcılığı ihtiva edebilirdi.
Çünkü, 28 Şubatçılar çatır çatır hesapverebilir durumda, yıktıkları yerine konabilir halde ve zulmettiği yüzbinler henüz adaletten ümitvar kıvamdaydı. Nitekim yüzbinlerce insanın hayatını cehenneme çeviren Çevik Bir'in tutuklandığını öğrendiğimde, içimdeki sevinçli telaş bendenizi, "Türkiye İsviçre mi oluyor?" sorusuna dek götürmüştü.
Oysa, yakılıp yıkılmış, dağılmış, viran eylenmiş hayatlara adalet getirmek, zulme uğramış kalplere bir nefes ferahlık olabilmek o kadar da kolay değilmiş. Kimsenin elinde sihirli değnek yok ve dikkat çekilmedikçe, üstüne düşülmedikçe, iz sürmedikçe; 28 Şubat kalıntısı eğilimler, kararlar, uygulamalar zulüm etmeye, zulüm üretmeye devam ediyor; biz farkında olsak da, olmasak da...
Nitekim; bakınız Salih Mirzabeyoğlu hâlâ, hiçbir tutarlı gerekçeyle açıklanamaz şekilde hapis yatıyor; 10 yıldır tecrit ve işkence görmeye devam ediyor. Sebep; İBDA-C örgütünün lideri olmak. Delil? O yok.
Vakti zamanında DGM savcıları ve hakimlerinin paşa keyifleri öylesini uygun gördüğü için, Salih Mirzabeyoğlu ömür boyu hapse mahkum halde, çile dolduruyor. Mirzabeyoğlu, 48 yaşında girdiği damda 62. yaşını sürüyor ve 28 Şubat'la hesaplaşılma adımları atılan böylesi bir dönemde, O'na hâlâ 'pardon bir yanlışlık olmuş' diyen biri bulunamıyor.
Niyetim "onlar çıkmasaydı" demek değil; ancak bendeniz dahil pek çok gazetecinin "Şu kadar yıldan bu yana bu mesleğin mensubuyum ama adını hiç duymadım" dediği Ahmet Şık ve diğerleri, "basın özgürlüğü" kaleminden savunulup, Türkiye'yi Avrupa'ya/dünyaya şikayet edecek denli gürültülü bir çıngarla içeriden çıkarılırken;
Büşra Ersanlı ve onunla birlikte 16 KCK tutuklusu medya-akil adamların kamuoyu oluşturması sayesinde -ortak vicdanın itirazının tahliyelerde önemli rolü olduğu kanaatindeyim, iyi de olduğunu düşünüyorum- tahliye edilirken, Salih Mirzabeyoğlu kanıtlamamamış bir suçtan dolayı, hapiste unutuluşa terk ediliyor.
Bir özeleştiri: Kendi nefsimi bunun dışında tutarak söylemiyorum; ama İslamcılar, fikri manada yol ve kader arkadaşlığı yaptığı, yapmasa bile 'Allah' dediği için kardeşi sayılan insanlar düştüğünde, onu tutup kaldırmak, destek ve ilgiyle ayakta tutmaya çalışmak konusunda pek mahir değildirler.
Özellikle medyadaki çoğu İslamcının aklına, mesaisinin büyük bölümünü 'öteki mahalle'ye şirin gözükmeye, onların trendlerini yakalamaya harcadığı, dolayısıyla kendi değerlerine ve insanına yönelik bir 'görme' faaliyetine yeterli zamanı ayıramadığı için; haksızlığa uğramış bir müslümana el uzatmak gelmez.
Hadi öncesi 28 Şubat'tı ve İslamcıların elini, rejimin gazabına uğrama ihtimali bağlardı. Ama Salih Mirzabeyoğlu'nun 2002 yılından bu yana aynı işkencelere maruz kalarak haksız yere hapiste yatıyor olmasında; biz medya mensuplarının bu haksızlığı gündemde tutmadığımız için, AK Parti hükümeti'nin de 28 Şubat yargı kararlarını yeniden karar masasına koymadığı için, sorumluluğu var.
Bunu kim nasıl ödeyecek, bilmiyorum; ama emin olduğum bir husus var ki, o da Salih Mirzabeyoğlu'nun işlemediği bir suçtan dolayı hapiste yattığı her dakikanın üzerimize vebal olarak yazıldığıdır... O vebal, ağır vebaldir...
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)