Allah’ın insanoğluna bahşettiği özel yeteneklerin en başında dil gelir.

İnsan; kendini, dünyayı, nesneleri ve olayları dil ile anlamlı kılar…  Duygu ve düşüncelerini ancak dil ile ifade eder…

Toplumların varlığı sadece dil ile mümkündür…  Dil olmadan ne insan olur, ne de aile…

Kültür ve medeniyetin tüm unsurları yalnızca dil ile hayat bulur…

Bir milletin fertlerini birbirine bağlayan bağ öncelikle kullandıkları ortak dildir…

Atalarımızın binlerce yıllık tecrübe ve birikimlerinden dil sayesinde faydalanabilmekteyiz…

Bir dil, onu kullanan milletin kafa yapısını, nasıl düşündüğünü ve zihninin nasıl çalıştığını ortaya çıkaran en önemli göstergedir.

Dil aynı zamanda düşüncenin de kaynağıdır. İnsan kelimelerle düşünür, kelimelerle ifade eder. Kelime hazinesi sınırlı birinin düşünce dünyası dar olur.

Kültürü değişen bir toplumun; dili, düşüncesi, düşünüş biçimi de değişir.

Bir milletin dili ne kadar zengin ve işlekse o milletin kültürü de o kadar canlı ve işlektir. Dil üstünlüğü, kültür üstünlüğü; dil zayıflığı, kültür zayıflığı demektir. Güçlü kültürler güçlü dillerle inşa edilebilir. Yüksek bir kültür seviyesine erişebilmek için yüksek seviyede bir kültür diline sahip olmak gerekir.

Başka bir ifadeyle;  dil varlığını zenginleştiremeyen toplumlar ve bireyler güçlü bir gelecek kuramazlar. “Kökü mazide olan ati” olabilmenin yolu, dil köprüsünü sağlam tutmak, korumak ve daima işler kılmaktan geçer…

İnsan kalabalıklarını millet haline getiren dil; milletin ortak şuuru ve hafızasıdır…

Bugün sadece tarih kitaplarında kalan Sümerler, Asurlular, Hititler ve Lidyalılar gibi milletler, başkaları tarafından öldürülmüş olmalarıyla değil, kendi kültürlerini yitirerek başka bir kültür dairesine girmiş olmalarıyla yok olmuştur…

Peyami Safa, “dilini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmiş demektir” diyor…  Türkçeyi kaybettiği için  Türklüğünü de kaybeden Bulgarlar onu haklı çıkarmıyor mu?

Dilini ve kültürünü muhafaza etmeyi başaranlar, siyasi varlıklarını yitirseler bile yaşamaya devam edip, tekrar güçlendikleri bir anda devletlerini yeniden kurma şansını yakalayabilirler… Tam üç bin yıl bekledikten sonra bugünkü İsrail devletini kuran Museviler bunu kanıtlamadı mı?

Onuncu asırda Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte, bu büyük kültürel dönüşüm dilimize Arapça ve Farsçadan yüzlerce kelimenin girmesine de yol açtı…

Benzer durum; bozulan devlet düzenini onarmak üzere ilan Tanzimat’tan sonra da oldu…

Fermanın ilanı ile birlikte,  Fransızca başta olmak üzere batı dillerine ait bir çok kelime dilimizi istila etti.

Sonrasında iş o raddeye geldi ki, halkın dili ile yönetici ve aydınların dili birbirinden iyice ayrıştı…

Bir dil için asıl felaket; onu yabancı kelimelerin işgal etmesinden ziyade, dilin kendine has kurallarının fütursuzca çiğnenmesidir…

Bugün Türkiye’de yaşanan da budur… Mesela, dilimizin temel bir kuralı olan “okunduğu gibi yazılır” ilkesini uygulayan kaldı mı?

Atatürk; dil, kültür ve medeniyet konusunda yukarıda açıklamaya çalıştığım hassasiyetleri fazlasıyla taşıyan biriydi…

Cumhuriyet kurulduktan sonra, devletin ve milletin ilelebet bağımsız kalabilmesinin yolunun “dilden” geçtiğini biliyordu…

Onun bu konuda bir şeyler yapabilmek adına giriştiği çabalar maalesef beklenen sonucu vermedi…

Çünkü reform yanlış kurgulanmıştı… Dilde sadeleştirme ve öz Türkçe kelime bulma arayışları nihayetinde ortaya yapay ve tartışmalı bir dil çıkardı…

1934 yılında İsveç Veliahtı’nın ziyareti sırasında yaptığı şu konuşma durumu özetliyor:

-          “…Bu yolda  kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir. Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bu gün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu…”

Atatürk’ün ölümünden sonra dinî ve kültürel mirasta yaşanan kırılmalar devam etti… Hatalı tasarlanan dil reformu İnönü döneminde de dozu artırılarak sürdürüldü…

Bu gerilimler Türk kültür ve düşünce hayatına büyük darbeler vurdu…

1950-1960 yılları arasında hataları düzeltmek adına başka hatalar yapıldı… Ve o zamana kadar yapılan her şey, doğru-yanlış gözetilmeden çöpe atıldı… Türk diline “sanık” muamelesi yapıldı…

1960 ihtilali sonrasında dil tartışmaları “ideolojiye” dönüştürüldü… Sağcıların ayrı, solcuların ayrı bir Türkçesi oldu!... 12 Eylül darbesine kadar bu akıldışı davranışlar devam etti…

1980’den itibaren ideolojik tartışmalar önemini biraz yitirdi ama; yürütülen “yabancı dille eğitim” politikalarıyla dil sorunumuz başka bir boyuta evrildi… Bir yandan popüler kültürün, bir yandan kitle iletişim araçlarının yol açtığı kirlenme ve yozlaşmaya, “yabancı dille eğitim yapan okullar” açarak körük tutmaya devam ettik!...

Yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretimi birbirine karıştırdık…

Mevcut sorunlar yetmezmiş gibi; göç ve şehirleşmenin artmasıyla çeşitli ağız özellikleri de standart dilimizin içine girdi…  Devamında sosyal medyanın ve küresel iletişim yöntemlerinin doğurduğu diğer yapay dillerle birlikte harmanlanan “ucube” bir dilimiz artık!...

Sözün özü; Türkçeyi, Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtaralım derken, ne idiğü belirsiz diğer zararlıların kucağına sürükledik…

Günümüzde İslam dünyasına yönelik post modern bir savaş yürütülüyor...

Büyük Ortadoğu Projesi’nin mimarı Huntington’ın; “21. asırdayız. Tarih, ideolojiler savaşı yerine medeniyetler savaşına göre yazılacak. Bu savaşta en etkili silah, din ve dil olacaktır” ifadesi, coğrafyamıza yapılan bugünkü saldırıları net bir şekilde açıklamıyor mu?

Fransız Chavalier ise;  Bir milletin dili, o milletin ruhudur. O milleti yıkmak için önce onun ruhunu, yani dilini yıkmak lazımdır” tespitinde bulunuyor…

Türkçeyi tahrif etmek için yapılan planlı, programlı saldırıların başka sebebi olabilir mi?…

Bu yozlaşma kurumsallaştırıldı... Milletçe yabancı kelimesiz tek bir cümle kuramaz olduk.

En acısı da; her birimizi bu yapının bir parçası, yozlaşmanın gönüllü ameleleri haline getirmiş olmaları!...

Tedbir almamız gereken yerde; kendi kültürümüzü değersizleştirmek, dilimizi kirletmek için gece gündüz çalışıyor, medeniyetimizi ve kültürümüzü yok etmek için yeni havalı projelere “lansmanlar(!)” düzenliyoruz…

“Bir ülkeyi idare etmeye kalktığınızda ilk iş olarak ne yapardınız?” sorusuna, Konfüçyüs’ün verdiği şu meşhur cevapla bitirelim:

-          İşe dil ile başlar, önce dili düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa düşünce düzgün anlatılmaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler iyi yapılmaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını ve işin nereye varacağını bilmez. Bu sebeple söylenen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar mühim değildir…”