GEÇEN gün bir arkadaşım çok ilginç bir soru sordu.
“Kenan Evren dava sırasında acaba kimleri tanık olarak çağırabilir?”
İlk bakışta sıradan bir soru gibi geldi.
Arkasındaki ilginç noktayı yakalayamadım.
“Bilmem ki” dedim.
Muzip bir ifadeyle yüzüme baktı.
“Mesela, 12 Eylül’den önce, günde 25 kişi ölürken, bunu manşet yapan gazetelerin yöneticilerini davet edemez mi?”
* * *
Hangi gazeteleri?
“Mesela Abdi İpekçi’nin Milliyet’ini, Nazlı Ilıcak’ın Tercüman’ını, Nezih Demirkent’in Hürriyet’ini, Nadir Nadi’nin Cumhuriyet’ini, Haldun Simavi’nin
Günaydın’ını... Yani her gün öldürülen 20 kişiyi manşet yapan, memleketi yangın yeri gibi gösteren bütün gazeteleri...”
Tabii bir de 12 Eylül darbesinin hemen arkasından yazılanlar var.
Atılan destek manşetleri, başyazılar, köşe yazıları...
Cemaatlerden, tarikatlardan gelen destek mesajları...
“Kenan Evren bütün bu insanları, yaptıkları darbenin haklılığını ispatlamak için tanık olarak çağırırsa ne olur?”
* * *
Ne olacak, “özel yetkili dava”, “özel eğlenceli bir cümbüşe” dönüşür.
Düşünebiliyor musun, o dönemde kim bilir kimler neler demişler, neler yapmışlar.
Tabii ben şeytanın değil, daha da beteri, Deccal’in avukatı olduğum için hemen sordum.
“Arkadaş öyle diyorsun da, iddianamede 12 Eylül’den önceki bütün o olayları askerin planladığı öne sürülmüyor mu?”
Arkadaşımın yüzündeki muzip ifade birden benimkinden beter bir iblise dönüşüyor:
“Yani bu durumda, sen, 12 Eylül’den önce atılan bütün manşetler, yazılan bütün o yazılar, 12 Eylül’den sonra verilen bütün o destekler, ‘Yaşasın asker’ çığlıkları, hepsi, darbe planının parçasıdır mı demek istiyorsun?”
* * *
Nasıl diyebilirim ki...
O dönemde bilgisayarlardaki word dosyaları ve virüsler henüz icat edilmemiş.
Bu durumda, “Hükümeti yıkmak için bir medya eylem planından” nasıl söz edebilirim?
Elimde 11 numaralı bir disket bile yok. Kimsenin günahını alamam.
Desem desem şunu diyebilirim:
“Yok canım olur mu böyle deli saçması şey... Akıl var izan var”.
Doğru, akıl var izan var...
Bizde var da, günlerdir ev ev dolaşıp kapı işaretleyen medya gammazları yolu açmışlar bir kere; mahallenin ne arı kalmış, ne izanı...
Gammazcılık gözde meslek...
* * *
Arkadaşım gitti ama aklıma düşürdüğü kurt da orada kaldı.
Gerçekten Evren, bunca insanı tanıklığa çağırsa, onların attıkları manşetleri, yazdıkları yazıları savcının, hâkimin önüne koysa ne olur?
Üstelik özel bir çalışma yapmaya da gerek yok.
Evren’in yayınlanmış hatıralarında bunların hepsi var.
Epey eğlenceli olur.
Maksat maziyle hesaplaşmak değil mi... İyi ve memlekete faydalı bir hesaplaşma olur.
* * *
Hele hele Çetin Altan’ın 28 Mayıs 1960 günü, yani 27 Mayıs askeri darbesinin hemen ertesi sabahı yazdığı taş gibi baş eseri de, layiha olarak dosyaya koyarsa...
Hani o, “Silahlı kuvvetlerimizin yaptığı hareket bir hısım veya zümre menfaatinin dışında; sadece hukuk, insanlık ve vatan aşkının bir neticesidir” diye başlayıp, “Bu hareketin meşruluğu ve büyüklüğü yıkılanların gayrımeşruluğu ve küçüklüğüyle makusen mütenasip bir abide gibi ortaya çıkmaktadır” diye devam eden...
Ve, “Bize bu günleri tattıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışan tozları temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar” diye biten, olağanüstü bir üslupla ambalajlanmış o cümleleri...
İşte onları da koysa...
* * *
Fena mı olur...
Memleketimizden eşsiz insan manzaraları okuruz.
Hepimiz tarihten engin bir “zamanın ruhu” dersi çıkarırız.
Bir de, o dönemlerde birbirleriyle her türlü fikir mücadelesine girdiği halde, hiçbir zaman gammazlama gibi kalleşliklere tenezzül etmeyen gazeteciler neslini saygıyla anarız...
Bir de Çetin Altan’ın, bir İlhan Selçuk’un, bir Rauf Tamer’in, bir Ahmet Kabaklı’nın, bir Oktay Ekşi’nin, bir Mehmet Barlas’ın neden hâlâ büyük gazeteci olduğunu anlarız.
Çünkü onların hiçbirinin elinde, sürgüne gönderilmiş, maltalarda süründürülmüş bir meslektaşın kapısını işaretleyen boya yoktur.