Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada önemli tespitlerde bulundu. Bazı doğrulara işaret ettiği gibi, bizce fazla iyimser olan bazı şeyler de söyledi.

“Ortadoğu’daki hareketlerin ardında illa bir ideolojik saik ve yabancı parmağı aramak biraz zorlama bir tahlil olacak” şeklindeki sözleri en doğru tespitlerinden biriydi. Tunus’tan Mısır’a, oradan Bahreyn, Yemen, Libya ve Suriye’ye sıçrayan halk ayaklanmalarını tetikleyen temel neden baskıcı diktatörlüklerdi.

Halkın “yeter artık!” dediği bu aşamada işin içinde ne “yabancı parmağı,” ne de “ideolojik saik” vardı. Bu ayaklanmaların ne Washington, ne Tahran, ne Ankara, ne Riyad, ne de başka bir yerde öngörülememiş olması da bunu kanıtlıyor.
Aslında bu tür şeylerin yaşanabileceğine dair ilk ipuçlarını yine de Cumhurbaşkanı Gül vermişti. 2003 yılında Tahran’da yapılan İKÖ Dışişleri Bakanları Toplantısında, o sırada fazla dikkat çekmeyen, ancak bugün doğruluğu kanıtlanan tespitlerde bulunmuştu.
 
Gelinen nokta

Gül, Harp Akademileri konuşmasında da hatırlattığı gibi, Tahran’da, “İslam ülkelerine, hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi demokrasinin temel ilkelerini geçerli kılacak şekilde kendi evlerini düzene koymaları” çağrısında bulunmuştu. Bu çağrıda, “Bunları yapmazsanız, ciddi sorunlarla davet çıkarırsınız” uyarısı vardı. Fakat kendisini dinleyen çıkmadı.

Bugün gelinen nokta ise ortada. Gelinen noktada aynı zamanda, “Arap Baharı”nın patlak vermesinde olmayan “yabancı güçlerin” ve “ideolojik saiklerin” de artık devrede olduğunu görüyoruz. Bunların arasında ilk sırada “bölgesel güçlerin” olması ise Suriye’de görüldüğü gibi, daha derin açmazlar yol açmış bulunuyor.
Gül, Harp Akademileri konuşmasında şunları da söyledi:
“Bu halk hareketleri, İslam’ın demokrasiyle uyumlu olmadığını iddia eden ‘siyasi oryantalistleri’ de, ‘biz başka bir kültüre aidiz’ kisvesi altında halklarını insan haklarından, demokrasiden ve cinsiyet eşitliğinden mahrum bırakan ‘kültürel rölativistleri’ de hayal kırıklığına uğratmıştır.”

Ancak, ne yazık ki, bugün yaşananlar bölgede demokrasi ve insan haklarından ziyade dışlayıcı İslami yönetim arayışlarının yanı sıra, tehlikeli bir Sünni-Şii güç mücadelesini ön plana çıkarmış bulunuyor. Gül’ün bu sözleri, bu nedenle, aşırı bir iyimserlik içeriyor.
 
Korku ve diktatörlük

Nitekim, Gül’ün arzuladığı demokrasi ve insan haklarının bölgeye gelmesinin en az yirmi yıl alacağını ve arada ciddi çalkantıların yaşanacağını söyleyen bölgesel gözlemcilerin ve siyasetçilerin sayısı da artıyor.
Gül konuşmasında, Avrupa’da otoriter monarşilere karşı 1848’de gerçekleşen halk ayaklanmalarını da hatırlattı. Fakat 1848’de çıkan temel ders sanıldığı kadar olumlu değil. Ayaklanmaya önce katılan burjuvazi ve köylüler, sosyalizm korkusuyla, “mal ve din elden gidecek” diyerek yeni tür diktatörlüklere razı olmuşlardı.
Çoğu Avrupa ülkesine gerçek demokrasi ve insan hakları da ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelebilmişti. Aynı şekilde Ortadoğu’da bugün bir kesimin, “dinciler geliyor” korkusuyla, din karşıtı askeri diktatörlüklere, başka bir kesimin ise “demokrasi gelecek, bu da laiklik ve dolayısıyla din düşmanlığı demektir” diyerek, İslami diktatörlüklere yönelmesi ciddi bir olasılıktır.
Sonuçta, Türkiye’ye bakıp “İslam ile demokrasinin uyumlu olduğunu” söylemek kolay. Ancak Türkiye’deki demokrasi mücadelesi Tanzimat’a kadar uzanıyor.
Arapların modern anlamdaki demokrasi ve insan hakları mücadeleleri ise daha yeni başlıyor. Bu mücadeleden aklı selim olan herkesin arzulayacağı demokrasilerin çıkacağı ise henüz kesin değil.
 
Laiklik ve Ortadoğu

Başka bir deyişle, İslam ile demokrasinin uyumlu olup olmadığını asıl gösterecek olan Türkiye değil, demokrasinin “olmazsa olmaz” koşulu olan laikliği hâlâ “din düşmanlığı” olarak algılayan Ortadoğu halkları ve önderleri olacak.
Gelişmeler bakıp bu konuda şu aşamada kesin bir şey söylemek belki mümkün değil. Ancak bu gelişmelerin çok umut verdiğini söylemek de pek mümkün değil.

(Milliyet)