Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, haber başlıklarında kullanılan ifadeyle, “Suriye kehaneti” yabancı ajansların da dikkatini çekti. NTV’de cuma günü konuşurken, Suriye krizinin Bosna savaşı gibi üç yıl sürmemesi temennisinde bulunan Davutoğlu, buna rağmen Beşar Esad yönetimi için yıllar değil aylar, hatta haftalar biçti.
Suriye’ye askeri olarak bulaşmak istemeyen, bu nedenle de Türkiye’den “bir şeyler yapması” beklenen Batı’da bu “kehanetin” dikkat çekmesi doğal sayılmalı. Sonuçta bu herhangi birisinden değil, geçmişte defalarca “bu bölgeyi en iyi biz biliriz” diyen Davutoğlu’dan geliyor.
Ancak, Batı’daki Türkiye’ye dönük fuzuli beklentiler ne olursa olsun, Suriye bağlamındaki gelişmeleri endişeyle izleyen Türk kamuoyu bu tür “kehanetlere” artık şüpheyle bakıyor. Bu da doğal sayılmalı çünkü Ankara’nın Suriye hesapları bugüne kadar tutmadı.
Biraz riskli görünüyor
Davutoğlu’na dönük eleştirilerde görülen ve kendisini son dönemde savunma noktasına iten ciddi artış da zaten bundan kaynaklanıyor. Özetle, Esad rejiminin de, Tunus, Libya ve Mısır örneklerinde olduğu gibi, kısa zamanda devrilmesi beklenirken bu olmadı.
Esad’ın ayakta durma yeteneği hesaplanamadığı gibi, Suriye’deki karışıklığın tüm bölge için yarattığı tehlikeler de yeterince öngörülemedi. Hürriyet yazarı İsmet Berkan’a, Suriye nedeniyle “aylardır kesintisiz uyku uyuyamadığını” itiraf eden Davutoğlu’nun böyle bir kehanette bulunması bu nedenle kendisi açısından, biraz riskli görünüyor.
Bu arada, Esad için kehaneti ne olursa olsun, Davutoğlu’nun Suriye krizinin “Bosna savaşı gibi üç yıl sürmemesine” dair temennisinin ciddi bir endişeyi yansıttığı ortada. Bu da anlaşılır zira Esad ve rejimi yarın gidecek olsa bile, Suriye krizi birden bire sona ermeyecek.
Ciddi endişe yarattı
Aksine, etnik ve mezhepsel çatışmanın, ortaya çıkacak otorite boşluğunda ve bölgesel ile küresel güçlerin, müdahaleleri sonucunda, Bosna’da olduğu gibi, yıllarca sürme potansiyeli var. Bu nedenle şu aşamada üzerinde durulması gereken asıl tehlike, Esad’dan sonra patlak verecek olan ve şimdiye oranla çok daha fazla insanın öleceği tam gaz bir iç savaş olasılığıdır.
Bunun hem bölge için hem de Türkiye için, bugünkünden çok daha tehlikeli sonuçlara yol açacağı ise kesin. Ankara için, bu vahim olasılığa karşı tedbirlerin alınmaya başlanması bu nedenle hayati önem taşıyor.
Ancak, “tedbirler” derken, ABD’li düşünce kuruluşlarının temenni olarak ortaya attıkları ve Başkan adayı Mitt Romney’in dahi prim verdiği, “Türkiye’nin Suriye’ye tek başına askeri açıdan müdahale etmesi” gibi seçeneklerden söz etmiyoruz.
Türkiye için yıllarca baş ağrıtacak bir felaket senaryosu varsa o da TSK’nin tek başına Suriye’ye girmesidir. PKK da kuşkusuz bunu bildiği için, kamuoyunu infiale sürükleyen kanlı tahriklerini hesaplı bir şekilde arttırıyor.
Sonuçta bu örgüt için, Türkiye’yi sınırları ötesinde asimetrik bir savaşta yıpratacak bir batağa çekip, ABD’nin ve ondan önce Rusya’nın Afganistan’da düşükleri duruma sürüklemekten daha ne iyi olabilir ki?
Onun için Suriye derken mesele artık Esad ve rejimi meselesi değildir. Esad’ın bir an evvel gitmesi belki Davutoğlu’nun itibarını kurtaracaktır. Ama bu aşamada asıl önemli olan Esad’dan sonra yaşanacak olanlardır.
Diplomasiye yönelinmeli
Bu nedenle Ankara’nın, ABD ile NATO’ya ve atıl kalacağı artık belli olan BM’ye bakmak yerine, etnisite, mezhep ve din açısından herkese eşit mesafede durduğu, ayrıca ulusal çıkarlarını ön planda tuttuğu bir diplomasiye yönelmesi gerekiyor.
Zaten, Türkiye’nin Ortadoğu’da mezhep bazında taraf olduğuna dair yaygın inançtan Davutoğlu’nun da rahatız olduğunu kendi sözlerinden anlıyoruz. Ancak şikayet etmek yerine, bu algının ortaya çıkmasının nedenleri üzerinde durmak herhalde daha yararlı olacaktır.
Bu arada, Suriye’de kaçırılan Lübnanlı Şii hacılardan birisinin Ankara’nın çabası ile serbest bırakılması ve Türkiye’ye büyük minnet ifade etmesi, Türkiye’ye karşı dönmüş olan bölgedeki Şii kamuoyunu kazanmak açısından, küçük de olsa, bir ilk adım olabilir.
(Milliyet)