Geçtiğimiz hafta Türkiye\'nin kanaatimce en önemli olayı, bir kadının yoksulluk yüzünden intihar etmesiydi. Hâlâ haberdar olmamışlar için olay, haber sitelerinde yazıldığına göre şöyle gelişti:
\"Adana\'da eşi bir yıla yakın süredir işsiz olan ve 8 aydır ev kirasını ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay çocuklarının ısınması için cebindeki son parayla odun almaya gitti. Oduncu, kadının vermek istediği 6 lirayı almadı ve ona bir çuval odun verdi. Ancak odunlar ıslak olduğu için yanmadı. Emine Akçay, çocukların ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı.\"
2011 yılının Ocak ayında bir bebeğin açlıktan öldüğü haberi ajanslara düştüğünde de, bu yazıyı okuyanların pek çoğunun ortak olacağını zannettiğim çaresizlik duygusuna kapılmış; kapılmak ne demek garkolmuş; yürek burkulmasının ne olduğunu, haniyse somutlaşmış şekilde tecrübe etmiştim...
Bu, açık bir bıçak yarasına ya da bir kaynar su yanığına baktığınızda; hissettiğiniz o kalp kamaşmasına benzer bir şeydi... Göğsünden kurşun geçmiş, ağzı emzikli 2 aylık bir bebeğin ölüsüne baktığınızda; bir elektrik çarpması gibi damarlarınızı yalayıp geçen akımın bıraktığına benzer bir şeydi.
Farz-ı kifaye gibiydi çünkü sözkonusu olan durum; içimizden birisi ölüme götürecek denli kesif olan o yoksulluğu görmüş ve el uzatmış olsaydı o bebeğe-o anneye, onlar şimdi yaşıyor olacaktı. Türkiye\'deki 70 küsur milyondan biri engel olabilseydi, o ölümlerin sorumluluğu hepimizin üzerimizden düşmüş olacaktı. Ama şimdi o ölümlerin, Türkiye\'de yaşayan insan sayısı kadar sorumlusu var...
Ne hazin değil mi? Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü, annesi kendini asmış olan o çocuklardan 6 yaşındaki İsa\'ya 314 lira maaş bağlamış, 6 aylık Kardelen bebeğe de mama, bebek bezi ve giysi desteğinde bulunulacakmış. Gerçekten de ne hazin değil mi?
Aklınıza gelen şey doğru, devlet bu olanlardan sorumlu, ama sorumluluk sadece devlete ait değil. Yani ki, buradan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı\'na yol çıkarmak isteyeceklere, Bakan Fatma Şahin\'in samimiyetini ve sahiciliğini sorguya açık olmayacak denli kavi bulduğumu bizzat müşahede etmiş biri olmam hasebiyle söylemem gerektiğini belirtmeliyim.
Şahin\'in partinin kadın kollarının başındayken yaptığı çalışmaları ve gösterdiği çabaları da kah uzaktan, kah yakından izlemiş birisi olarak Emine Akçay\'ın ölümünün sorumluluğunu sadece Bakanlığın sırtına yükleyip ıslık çalarak uzaklaşmanın, o ailenin komşularını, o vilayette faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını, devletin il teşkilatını, yani bizleri, hepimizi sorumluluktan kurtarmaya yetmeyeceğini söylemeliyim.
Herkesin kendi derdine düştüğü, herkesin sadece kendinden müteşekkil dünyasını inşa etmeye çalıştığı, herkesin sadece kendi varlığına yöneldiği bir alemin içindeyiz.
Bugün, kapı kapı dolaşıp yoksul arayan yönetici bulabilmek ne denli beyhudeyse, başkasının derdiyle dertlenebilecek bir vatandaş, hatta bir Müslüman bulmak da o derece imkansız artık...
Oysa, Alo 183 hattına bir telefon etmek yetebilirdi o iki çocuğun annesiz büyümelerinin önüne geçmeye...
Olmadı...
O kadın, insanoğlunun tatlı canından bile geçtiği/geçebildiği o ye\'is evrelerinden birinde iki çocuğunu geride bırakarak geçip gitmeyi seçti... Belli ki kalbinin kaldıramayacağı bir yüktü onunkisi... Belli ki acıyı daha fazla götüremeyeceğini hissetti... Belli ki, kaderinin değişebileceğine dair umudunu da bitirmişti zaten cepten yiye yiye...
Umut bitince, insan da biter ya, Emine Akçay da öyle bitti 26 yaşında...
Ve bunu kimsecikler görmedi.
O ölümün vebali, tüm bunları görebilecekken görmemeyi tercih eden hepimizin üstünde...
(Yeni Şafak)