Türkiye terörün yarattığı yıkım ve acıya aşina bir ülke. On yıllardır onbinlerce vatandaşımız bu kirli savaşa kurban verildi.  En batısından en doğusuna herkes şu veya bu şekilde terörden üreyen bu öfke, nefret ve şiddet salgınından nasibini aldı. Bir anlamda ateşin düşmediği bir yerimiz kalmadı. Gencecik evlatlarımızı feda ettiğimiz bu savaşın toplumda yarattığı moral çöküntüsü ve tahammülsüzlük ise her eylemde yeniden alevlendi. Birbirine giren siyasetçiler, entelektüeller, gazeteciler, öğrenciler, kasap, manav ya da hukukçular görmek sıradan bir hale geldi.
Aklı selim davranan insan görmenin neredeyse imkansız olduğu böyle zamanlarda analiz yapmaya çalışmak belki anlamsız ama yine de gerekli. Öfkemizi kontrol etmeye çalışıp büyük resmi görmeye çalışmamız gerekiyor. Kısa bir analiz yapalım.

1- Terörle mücadele dalgalı bir süreçtir. Sürekli hız kazanıp gerileyen adımlarla yürünen bir yol olarak tanımlanabilir. Nitekim Bülent Arınç, Leyla Zana gibi simgesel değeri olan siyasilerden gelen açıklamaların yarattığı iyimser atmosferin tam ortasında böyle bir eylemin yapılması anlamsız değildir. Süreç durdurulmak istenmektedir ve bugüne kadar bu yöntemle durdurmayı başaranlar yine aynı taktiğin başarılı olacağını bilmektedirler. Bu taktiğin bertaraf edilebilmesinin tek yolu, onunla sonuç alınmasının önüne geçmektir. Yapılan eylemin etkisizleştirilmesi için inadına yürümeye devam etmek gerekir. Evlatlarımızı bu taktikten korumanın tek yolu, taktiği işe yaramaz kılmaktır. Medyanın, siyasetçilerin, entelektüellerin birinci vazifesi eylemle ortaya çıkan alışageldik sonuçların tekrarlanmaması için gayret göstermeleridir. Görüşmeleri kesmek, yasal değişiklikleri durdurmak, sosyal hamleleri ertelemek, normalden olağanüstü hale geçmek eylemin başarısı olacaktır. Bu noktada terörist için zaferin tanımı bir kaç askerin öldürülmesi değil, bu öldürmeler yoluyla kanlı sürecin devamının sağlanmasıdır. Bu güne kadar bu tuzak hep işlemiştir. Umarım eylemi yapan kişileri cezalandırmak kadar, eylemin hedefini saptırmayı da başarırız.

2-Geçtiğimiz günlerde Yeni Şafak gazetesine verdiğim bir mülakatta 'PKK için artık eskisi gibi bir zemin yok, lakin PKK birden çok merkeze yayıldığı ve bir kanadı da sınır dışında yerleşik olduğu için dış güçler tarafından taşeron olarak kullanılıyor' ifadesini kullanmıştım. Zira PKK'nın parçalı bir yapıya sahip olduğunu ve Türkiye merkezli PKK ile yurtdışı kaynaklı olanı ikiye ayrıldığını düşünüyordum. Bu noktada devlet politikası içerideki ile müzakere dışarıdaki ile mücadele perspektifi biçiminde gelişiyordu.Şöyle devam etmiştim 'son dönemdeki büyük saldırıların çoğu dış kaynaklı ve Suriye merkezli olarak gelişiyor. Türkiye'nin Suriyeli PKK gibi bir meselesi var. İçeride yapacağı hiç bir reform bu merkezi etkilemez. Zira yurtdışı kaynaklı terör, tamamen taşeron olarak kullanılıyor ve herhangi bir önlemle önünü almak da mümkün değil.' Bu bakımdan Türkiye'nin terörle mücadelede silahlara tamamen veda etmesini istemek oldukça anlamsız. Türkiye kendi içindeki Kürt meselesini bir demokratikleşme süreci olarak değerlendirmek, dış kaynaklı olanla ise alabildiğine mücadele etmek durumunda.

3- Dış kaynaklı terör Türkiye'nin askeri gücünü bu tür eylemlerle tüketemeyeceğinin bilincinde. Hedef askerle ya da hakla hukukla falan ilgili değil. Mesele Ortadoğu bölgesinde Türkiye'nin Kürt halkını kucaklamasını ve etkinliğini yaymasını engellenmek. Türkiye ile Kürtlerin birlikteliği bölgenin tüm dengesini değiştirebilir nitelikte. Biz kucaklaşmaya çalıştıkça bunu engellemeye çalışan türlü güçler oyunlar kuracaklardır. Gelinen noktada PKK'nın en azından Türkiye kanadının hemen silah bıraktığını açıklaması gerekir. Bu şekilde Türkiye'nin gerçekte neyle mücadele ettiği görülecektir. Türkiye bir yandan dışarıya yansıttığı soft power'ını içeriye uygularken, diğer yandan da istihbarat servislerinin yönlendirdiği kanla beslenen bu taşeronlarla diplomatik ve askeri kanallarla mücadele perspektifini geliştirmelidir.

(Akşam gazetesinden alınmıştır)