Elektriğin, hele pozitif elektriğin hayatımızdaki yeri tartışılmaz. Bir insanı beğenme ve sevme hissinin yerine geçen meşhur tabir. Tam tersi olunca da prize parmağını sokmuş gibi kurtarılmayı bekler insan. İşte bu kişi, uzak durmanız gereken kişidir.
Şükürler olsun ki, insan elektrik ile çalışmıyor. Allah tarafından! Ancak insanlar birbirinden elektrik alamayınca da, tabir-i caizse, ikili ilişki yürümüyor. Elektrik sözcüğü, insan ilişkilerini analiz etmekte de kullanılıyor. Artık duygusal hezeyanın boyutu ne denli çoksa çarpmanın etkisi o kadar fazla!
Bu terimin duygusal temasla ve sosyal ilişkilerle birlikte anılması, bu yönde mecazlaşması aslında tuhaf bir durum yaratıyor.
Oysa televizyondan önce, elektrikten önce, mum ışığında ürkütücü koyu gölgeler arasında, çocuklara masallar anlatılırmış, sohbet edilirmiş ve elbette daha erken yatılırmış. Bir evde elektrikler kesilinceye kadar, aile fertleri arasında sosyal ve duygusal etkileşim neredeyse olmuyor. ‘Sessizlik ve Karanlık’ iki korku ögesi bizi yakınlaştırıyor.
Elektrik, televizyon ve insan ilişkisi!
Bu durumu fark etmiş olan Hindistan -dünyanın en büyük ikinci nüfusuna sahip ülke olarak- aşırı nüfus artışının önlenmesi üzerine, küçük ama önemsenen bu detayı kullanarak ilginç bir çözüm önerisi getirmiş:
Elekriği olmayan bölgelerde, doğum oranlarının yüksek olduğunu, bu bölgelerin dolaysıyla nüfus artışında etkili olduğuna dikkat çeken Hindistan Aile ve Sağlık Bakanı, bu bölgelere elektrik hizmetinin ücretsiz veya diğer bölgelere göre düşük ücretli olması gerektiğini öne sürmüş. Buna bağlı olarak televizyon fiyatlarının da düşmesinin faydalı olacağını belirtmiş.
Bakana göre elektrik olmazsa bebek yapmaktan başka bir iş yoktur. Her kasabada elektrik varsa, o zaman insanlar gece geç saatlere kadar televizyon izleyeceklerdir. Dolayısıyla çocuk yapmak için şansları olmayacaktır.
2011 yılında Hindistan için düşünülmüş bu dahiyane (!) fikrin, uzun bir yolculuktan sonra tam aksi yönde bir hedefle Türkiye’de belirdiği kanısındayım. Şöyle ki; Türkiye’nin nüfus artışına ihtiyacı var deniliyor. Bu fikir istatistiklerle ve gelecek projeksiyonları temellendiriliyor. Bundan 10 yıl sonrasında genç nüfusumuzun eriyeceği bugünkü Avrupa’nın demografik yapısına benzeyeceği gün aşırı televizyonlarda değişik ağızlardan dile getiriliyor.
Mutlaka her söylemde, pek çok devlet adamı tarafından çocuk sayısısının kaç olması gerektiği sorusu cevaplanıyor.
Aslında aynı temel düşünce, genç nüfusun çoğalması için destekleniyor. Komik ama yine de düşündürücü. Hayatın zorunlu şartı haline gelen elektrik, hayatın zorunlu şartıymış gibi gösterilen çocuk meselesi:
Elekrikler sık sık kesile dursun. Fatura tarifeleri değişsin, fatura beş iş günü içinde ödenmezse, yine elektriğimiz kesilsin. Dokuz ay on gün geçmeden zam olsun. Zam olmazsa şaşıralım. Gazete manşetlerine taşınsın. Bir yandan elektiriğin bizi ittiği yalnızlık delhizlerinde kaybolalım. Bir yandan da ‘cereyenlar gidince’, biraz romantik düşünelim. Birbirimizle yakınlaşmak için bir fırsat olarak görelim.
Fakat planladığımız geleceğe dikkat etmek gerekmez mi? Çocuklar, pille çalışan oyuncaklar değil. Onların olmadığı bir ülke ya da bir dünyayı düşünmek bile anlamsız ama çocukların sayısını artırmak onlara uygun bir yaşam ortamı sunmaktan çok daha kolay.