Bir müzik fena olmazdı hani. Kafasında yankılanan çığlıkları bastırmak için çamaşır makinesini çalıştırdı, musluğu sonuna kadar açtı. Ardından da saç kurutma makinesinin uğultulu sesine bıraktı kendini. Uğultularla sözsüz müzik oluşturuyordu.
Sözlere katlanamıyordu, beyninde oluşabilecek herhangi bir heceyi daha kaldıramayacaktı. Çünkü imkansızlığın tutkusu, acıtan kelimelerle damarlarından geçiyordu. Saçma sapan konuşmalarla bilenmiş aşk bıçağının kesikleriyle canı yanıyordu.
Tam da dilinin ucunda, “Acaba neydi?” unuttuğu belki de unutmak istediği, beyninde az da olsa şekillenen ama ne olduğunu hatırlayamadığı, bir kelime sadece bir kelimeymiş gibi; sinir bozucu, iç kemirici gerginliği kelimesiz yaşıyordu. Eline aldığı sıcak kahvenin kokusunda dile getirmek istemediği şeylerin dalgınlığındaydı. Beyni ile kalbi arasında gidip gelen gerçeklik ve hayal gücü dalgalanmalarının (?) üstesinden gelmek için inanç zehrini kendine vermek zorundaydı. Kusursuzluk haresi ile çevrili olması gereken aşkın güvenli alanında kalmalıydı.
Gri odasında temiz beyaz çarşaflarla çevrili yatağının sol tarafına düşen bedeninin yıkılmışlık hissini yatıştırmaya çalıştı. Korkular, yalanlar, utanmalar kabuldü.
Sevgilisinin gözlerine bakabildiği gün, kalbi kaderin gücüne ve bu uğultulu derin sessizliğine karşı gelecekti. Peşin peşin ödediği aşkın bedeline karşılık gelen “Seni kucaklamak istiyorum. Ama kelimelerle değil” diyebildi.
Ağır çekimde sonsuza giden tüm kurguları bir gülümsemeyle inkar etmeye alışkın, aşkla gelen sadece tek bir öpücükle efsanenin yeniden başlamasını bekliyordu.
Bulanık günler böyle geçiyordu. Aynen öyle!