Sorunları bitmek bilmeyen bir toplumuz… Az gelişmiş olmanın doğal sonuçları nitekim…

Durumdan vazife çıkarıp, bunların bazılarını düzeltebilmek adına yazıyoruz, çiziyoruz, anlatıyoruz…

Fakat çoğu zaman yorulduğumuzla ve üzüldüğümüzle kalıyoruz…

Okuyanınız olmuştur; rahmetli Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı müthiş bir eseri var…

Elimde yetki olsa, ben bu eseri tüm üniversitelerde zorunlu ders olarak okuturdum…

Türk aydınının içine düştüğü buhran ve çelişkileri, bundan tam 54 sene önce, kendine has bir üslupla ve olağanüstü bir kalem kullanarak o kadar gerçek bir şekilde anlatmış  ki!...

Kitabın basıldığı tarihi görmeseniz, sanki bugün yazılmış zannedersiniz…

Çünkü, o günden bugüne yerli entelektüel dünyamızda değişen hiçbir şey yok!...

Türk aydınının kimlik arayışı 250 yıldır bitmedi!...

Tek fark şu…

Okumuş kesim, önceden, çoğunlukla toplumun üst tabakasından çıkıyordu… Orta ve alt tabakadan pek kimse yoktu…

1960’lardan itibaren ise, Türkiye’de adeta bir tahsil seferberliği başladı…  Okuyan okuyana gitti… Üniversitelerin kapısı bir anda yığıldı, ana baba gününe döndü…

Birçok Anadolu insanı, ne yapıp edip, gerekirse ahırdaki danasını ve ağıldaki davarını satarak çoluk çocuğunu bir şekilde okutma sevdasına düştü…

Böylece, “alt ve orta sınıf” bir süre sonra “aydınlar dünyasındaki” çoğunluğu ele geçirdi!...

Bu yeni aydınlar, eskiler gibi halktan kopuk olmak istemedi…

Tabiri caizse, “hem çağdaşlaşalım, hem de gelenekten kopmayalım” dediler…

Ama bu öyle kolay bir şey değildi…  Nitekim birkaç istisna hariç, yeni aydın jenerasyonunun tamamı gelenek ile modernleşme arasında sıkışıp kaldı…

Okudukları ile yaşadıklarını birbirine  bir türlü entegre edemediler… İçinden çıkamadıkları bu durum daha sonra ruh hallerini de doğrudan etkilemeye başladı…

Önce kendilerine, sonra topluma ve en sonunda da yaşadıkları döneme yabancılaştılar…

Kaçıp uzaklaştıkları yer, Oğuz Atay’ın deyimiyle  bedenleri oldu… Tutunacak başka bir dal bulamadılar… Bu şekilde bedenlerine ve benliklerine hapsoldular…

Kitapta geçen şu iki cümle halimizi ne güzel özetliyor:

-          “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım…”

-          Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu,  bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını söylediler… Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler…”

Aydınlarımız hala bu “doğu-batı karşıtlığı” döngüsünün içinde… Ne öteye gidebiliyorlar; ne de beriye…. İki taraftan da vazgeçemiyorlar…

İlber Ortaylı, kendi yaşadığı bir olay üzerinden şöyle bir entelektüel tanımı yapıyor:

-          “Yazarlık bilgi işidir. Oysa entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. ..Bir insanın entelektüel olması için en az üç kuşak ailesinin okuması gerekir… Okulun önüne bak. Hepsi son model araç dolu ve hocalara ait…  Her sene model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar?...

 

-          Çünkü o unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun, ruhları feodal bir köylü…. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez…

 

-          Entel feodal köylülere, artık diploma ve unvan da yetmez… Tıpkı paranın yetmediği gibi…"

Gösterişli eşyaların, cafcaflı yaşantıların müptelası olan; güya kimseye çaktırmadan modern toplumun statü farkı yaratan değerlerinin peşinde koşan bu sözde entelektüellerin, düne faydası olmadığı gibi yarınlarımıza da bir faydası olmayacak…

Modern çağın mekanlarına hapsedilmiş bedenler sonunda ya ölür, ya da mankurtlaşarak yaşamaya devam eder…

Oğuz Atay’ın dediği gibi o bedenlerden çıkacak tek ses sadece çığlıktır artık…

İyice yüzsüzleşip; o çığlığı bilgi veya sohbet diye pazarlamaya kalkanlara ne diyelim o halde…?

Kendini de, bizi de bitirenlere ne diyelim?...

Çok uzatmayayım; kitaptan bir alıntıyla kapatalım mevzuyu:

-          Bir silgi gibi tükendim ben… Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım… Mürekkeple yazmışlar oysa... Ben kurşun kalem silgisiydim…  Sadece azaldığımla kaldım…”