Başbakanın, biçimi, içeriği ne olursa olsun kimi konulara ilişkin öfkeli yaklaşımının “önceden planlanarak” takınılmış bir tavır olduğuna kuşkum yok. Kızmış gibi görünmek, dinleyenlerde “başbakanımın muhteşem öfkesi ayağa kalktı” sanısını uyandırmak, adı geçenin sürekli yinelediği bir alışkanlık haline geldi. Başbakan, gerçekten de seçmenlerinin büyük çoğunluğunu bu üslubuna alıştırdı. Herhalde bu üsluptan etkilenmeyi sürdürenler de vardır.
Her defasında, çeşitli konularda babalanıp, sonra o kabarmanın gereğini yapamamak gibi bir özelliği olduğu nasıl fark edilmez başbakanın, anlamak çok zor. Ona buna bağırıp çağırmada kalmasın, gereğini yapsın dediğim yok tabii ki. “Uçağımız düşürüldü, hadi gerekeni yap” diyenlerden olmam elbette mümkün değil. Sadece, bu söylemlerin “aksiyon”la da desteklenmesi gerektiğini düşünüp de bunu neden talep etmez Erdoğan destekçileri, bunu anlamaya çalışıyorum.
Çünkü, başbakan, ettiği gürültülü çıkışlarının yarattığı beklentiye uygun davranmıyor. İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’e, Davos’ta “one minute” diyerek çıkışıp, “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği günün akşamı, İsrail Ticaret Bakanı ile yeni anlaşmalar imzalaması örnektir buna.
Başbakan “ses”in uçtuğunu, kalıcı olmadığını biliyor. Kimse dönüp de ona, o sese yol açan sorunlara karşı “ne yaptın?” diye sormayacak, bunu da biliyor. Kaldı ki, öfke dozu yüksek bu çıkışları, gürlemesini duyan seçmeni için “ses” olmaktan çıkıyor, onu bulunduğu yerden alıp göğe çıkaran bir “gurur rüzgarı”na dönüşüyor adeta. Bu rüzgarın önünde yaprak gibi savrulan çok kişi var bildiğim.
Hakkı yenilmişlik duygusudur buna yol açan. Sağa sola dayılanan bir başbakana sahip olunca kişi, nedense, dünyayı alt edeceğine inanıveriyor birden. “Suriye’ye sabah bir ucundan girsek öğlene kalmaz öbür ucundan çıkarız” diyen seçmen türü bizim memlekette vardır ancak.
Ben, dediğim gibi, fikri takipten yola çıkarak, gürlemenin de izlerinin takibinden yanayım. Başbakan, sağa sola gürlemeyi, “geğirmek” gibi reflekse dönüştürdü malum, olsun, ben yine de “ee ne olacak sonra” denmesi gerektiğini savunuyorum. Başbakana, bazı vaatlerin ancak hayata geçirildiğinde bir değeri olduğunu anımsatmak gerek.
Durum, burnundan kıl aldırmayan “mağrur” bir politikacı olan Erdoğan için içler acısı aslında. Bölgenin “Süper Gücü” olduğuna inandırıldığından olsa gerek, hem de defalarca, Suriye’ye yönelik “sana şu kadar süre”, “artık sabrımız taşıyor” gibi cevvallenmelerin ardından adı geçen ülke tarafından uçağı düşürüldükten sonra, aklına, “NATO devreye girsin” demekten başka bir şey gelmeyen başbakan bu kadar çabuk mu çark edecekti? Demek ki Kasımpaşalılığın da bir sınırı var. Demek ki başbakanın sesi, kulakları başka seslere kapalı olanlara ulaşıyor sadece.
Türkiye’ye herhangi bir düşmanlığı da yokken, “sabrımız taşıyor” türü üsten bakışla tehditler yağdırdığı Suriye’nin de dostları olduğunu anımsaması geç olmuş belli ki. Haddini bildirmeye (!) niyetli olduğu ülkenin Rusya gibi bir dostu olduğunu bilmiyor olabilir mi Erdoğan? Tabii ki biliyor. Ama bunu bildiğini seçmeninin bilmediğini de biliyor.
Çok değil birkaç yıl önce Ankaralılar bir kışı, çoğunlukla üşüyerek geçirdiler. Çünkü Rusya, dağıtım hatlarında bakım gerekçesiyle ya da Türkiye’nin borcunu ödememesi nedeniyle, doğal gaz akışını kesmişti. Savaş sadece topla tüfekle yapılmıyor, malum.
Dört bir taraftan sıkıştırılmış bir ülke olan Suriye’nin devlet başkanının, taraftarlarını “gaza” getirmek yerine doğrudan “aksiyon”da bulunduğunu gördük. Esad’ın ikide bir elini kaldırarak kendisine tokat atarmış gibi yapan Türkiye’ye verdiği ders müthiştir. Böyle bir devlet başkanının ülkesinin askerlerinin başına çuval da geçiremez hiç kimse, eminim.
Grup toplantısında “kimse Türkiye’nin gücünü denemeye kalkmasın” dediğinde Erdoğan, çok tuhaf oldum. Kimseyi bilmem ama Esad da “denemeye kalkmadı” zaten. Yaptı. Aynı grup toplantısında Türkiye başbakanı, “hava sahamızı ihlal eden uçağı düşürürüz” deyince de afalladım. Esad da bunu yaptı işte. Demek ki egemenlik ihlalinde kural bu. Ne anlıyorum bundan ben? Şunu: Başbakan, farklı farklı kriz durumlarında aynı ses tonuyla, aynı mimiklerle, aynı cümlelerle konuşmamalı. “Öfke de bir hitap sanatıdır” demişliği var, malum, o sanatı geliştirmeli, öfkesini dile getirirken çeşitliliğe dikkat etmeli. Yoksa ne olur? İşte grup toplantısında yaptığı konuşmada, Türkiye’nin uçak krizindeki sorumluluğunu açıklayamaz, uçağı düşürülmüş bir ülke olarak ne kadar güçlü olduğunu anlatma hatasına düşer. “Erdoğan kendini kandırıyor” diyen sadece ben değilim. ABD’li tanınmış yazar Webster Griffin Tarpley de aynısını söylüyor.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en başarısız Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da ülkeyi tüm komşularıyla kavga ettiren biri olarak tarihteki mümtaz yerini aldı. İnşaa ettiği ya da oluşturulmasında büyük katkıda bulunduğu dış politikadaki başarısızlığıyla onu unutmamıza imkan yok.
Başbakanı “gürleten”lerden biri olarak, yazdığı Stratejik Derinlik adlı kitabı okunur olmaktan çıktı. Emekliliğinde yazacağı yeni kitabını bekleyeceğiz artık. Şam’da esir tutuldukları yolunda bilgilerin olduğu pilotlarının sağ salim dönmelerini dilediğim o savaş uçağını Akdeniz’in dibinde gösteren bir de kapağı olmalı o kitabın.
Davutoğlu yazsın yeter ki.
Adını da ben öneriyorum: Stratejik Serinlik.