Demek ki İnuitlerin (eskimolar) bir bildikleri vardı. Yoksa durup dururken neden, “Armağan, köleler yaratır” la başlayan bir vecize uydursunlar. Antropologlara sorarsanız nedeni basit. Armağan alışverişi küçük çaplı bir sömürü ilişkisi demek onlar için. İnuit’ler, kendilerine çok çalışmaları karşılığı layık görülen ödülün hakkını vermenin, yine çok, ama çok çalışmakla mümkün olduğunu kavramış olmalılar. Sonra da daha fazla armağan almak için çalışmanın, armağan verenleri güçlendirdiklerini fark etmişlerdir. Vecizenin gerisini, “tıpkı kırbaçların köpekler yaratması gibi” diyerek tamamlamalarının nedeni bu belki de.


Haklılar. Bir çabanın ödülü olmaktan çok, faydacı bir yaklaşımla, bir beklentinin “ön koşulu” haline gelmiş armağanları kabul etmek, sonra da onu verenlerin beklentilerine uygun davranmak ağır yük. Hiçbir “özgür ruh” minnet kaynaklı uysallığı da, borçluluk duygusunun saldırganlığını da kabul edemez. Etmemeli de zaten.
İhaleyle işçi çalıştıran Torino Film Festivali'nin düzenleyici kurumunu protesto ederek kendisine verilen büyük ödülü kabul etmeyen yönetmen Ken Loach, hem bir “özgür ruh”tur, hem de işçilerini sömüren bir kurumca verilen ödülü almanın “iki yüzlülük” olacağını düşünecek kadar onurlu bir şahsiyettir. Yani o da armağanların, “verenlere” bağlılık getireceğinden korkan günümüz İnuit’lerinden sayılmalıdır.


Orhan Pamuk
’tan bir İnuit çıkmazdı çıkmasına da keşke layık görüldüğü şu Nobel ödülünü alıp, çekilseydi bir kenara. Kimilerince çok da önemsenecek bir ödül olmayabilir ama, özellikle edebiyat dalında, bir “dil borsası”dır Nobel. Pamuk’un bu ödülü almasıyla Türkçe bu borsada kendisine, hem de uluslararası alanda, bir yer bulmuş oldu. Fena değil. Ama hepsi bu. Henry Kissinger’a, İzak Rabin’e, Barack Obama’ya, son olarak Avrupa Birliği’ne de barışa katkı (!) gerekçesiyle verilmiş olan Nobel’in pek itibarlı olduğu söylenemez ayrıca.


Pamuk, ödülü alıp “edebi çalışmalarına” dönmek yerine, aynı ödüle  edebiyat dalında 2001’de layık görülen Trinidad’lı V.S. Naipaul gibi yapmayı seçti. Bir yabancı olarak yaşamını sürdürdüğü batının gözüyle baktığı için olgulara, “beyaz”ların dışındakilere yaklaşımında ciddi ırkçı izler vardır Naipaul’un. Pamuk’la benzerliği bu noktada değil elbette. İkisi de Nobel’li olmanın, batının değerlerini kayıtsız
koşulsuz savunma anlamına geldiğine inanmış gibiler. Benzerlik burada. Ben bu ikisinden başka, Nobel’in bu kadar şımarttığı ödül sahibine rastlamadım. Aynı ödülü Mısır’a götüren romancı Necip Mahfuz’un alçakgönüllülüğü her ikisinde de yok.


Ama Pamuk, bugüne kadar yaptıklarının en berbatını, “yol arkadaşıyla” birlikte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a mektup yazarak yaptı. Kendisiyle birlikte sadece altı kişinin imzasını taşıyan bir mektup bu. İran’ın gıyabında ölüme mahkum ettiği Salman Rüşdü’ye destek amacıyla kaleme alınan, batının önde gelen gazetelerinde de yayınlanan açık mektupta yüzlerce aydının imzası vardı oysa. Irak savaşı öncesi, adıgeçen ülkeye askeri müdahale yapılmaması için yine batının önemli gazetelerinde yayınlanan mektupta da çok sayıda edebiyatçının, sanatçının, devlet adamının, diplomatın imzasını görmek mümkün. Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un başını çektiği mektupta ise topu topu altı ad var. Anlatılmak istenenin önemini azaltmaz bu elbette ama mektup, pek de bir “aydın üslubu”na sahip olmamasından ötürü belli ki dünya “entelijensiyası”nın ilgisini çekmemiş. Altı “yol arkadaşı” bir araya gelip, düpedüz bir “savaş dili” kullanmışlar çünkü.


Mektupta, “savaşan taraflara” yapılan bir çağrı yok. Taraflardan sadece birine, Esad’a adeta “ayağını denk al” denmiş. Sanki akıbeti hakkında endişeleri varmış gibi mektup sahipleri ona Kaddafi’nin korkunç ölümünü hatırlatıyorlar. En acil talep olması gereken, tüm taraflara yönelik, “silahlar sussun” gibi, mektup sahiplerini de kudretlilerin sözcüsü yapmaktan alıkoyacak “insani” bir çağrıya rastlanmıyor örneğin. Yani mektupta bir edebiyatçıdan beklenen ne varsa hiç biri yok. Ne mutlu ki, içeriği böyle olan bu mektuba o altı kişiden başka imza atan da yok  Hayranı olduğu batıda bile kendisine benzeyen çok aydın(!) bulamamış Orhan Pamuk.


Tabii ki, Pamuk, Nobel’in hakkını vermek için böyle yapıyor demek basit bir yaklaşım olur. Tavırlarının temelinde daha vahim bir gerekçe yatıyor bana sorarsanız. Romanlarında böyledir denemez belki ama “siyasi bir figür” olarak “oryantalist” bir Doğu’ludur Orhan Pamuk. Şu mektuptaki yaklaşımında da başta ABD olmak üzere emperyal güçlerin “askerileşmiş dış politikalarının” üslubunu görürsünüz. Bir Madeleine Albright ya da Condoleezza Rice da böyle bir mektubu kaleme alabilirlerdi pekala.


“Masumiyet”
ini müzede bırakıp, savaşın dilini hayatına sokması büyük talihsizliğidir Pamuk’un. “Armağanın yarattığı köle” olması ise en büyük trajedisi. Bir köle teslimiyetine sahip olmasa kişi, Alfred Nobel’in, adını taşıyan ödülü vermek için “barışa katkı” şartını aradığını hatırlayıp ona uygun bir “üslup” geliştirmez miydi?


“Masumiyet”
arayanlar İnuit’lere bakmalılar.


Pamuk ya da Naipaul’a değil.