Biz, "dini simge, pratik ve göstergelerin kamusal alandaki tezahürü" başlıklı o bıktırıcı ve kusturucu tartışmayı çok geride bıraktık sanıyorduk.
Oysa Ahmet Altan'ın, müzmin kibirle, ileri derecede üsttencilikle ve sınırsız aşağılayıcılıkla malul kaleminden akan 'opera ve mescid' yazıları gösterdi ki; "siz dindarsınız, haddinizi bilin" temasını, Kemalistler kadar liberallerin de bir öfke manivelası haline dönüştürme potansiyeli varmış.
Bıktırıcı dedik, ama bıktırıcı olan dini edimlerin ifasına zemin sağlamak değil, bıktırıcı olan Kemalizm'in bayraktarlığını, Cumhuriyet'in bekçiliğini üstlenmiş ve bu devletin bazı alanlarının sadece kendilerine tahsisli olduğu sanrısıyla yaşamış rejim seçkinlerinin, 80 yıllık laiklik sopasıyla dindarlara "yer ve had bildirme" geleneğinin artık kabak tadı vermiş olması...
Görünen o ki; dindar kesim aydınları ve siyasi temsilcileriyle, vesayet rejiminden kurtulma hedefine doğru yürürken yolları kesişmiş olan liberaller de, hükümete ve Başbakan'a kafaları kızdığında yani birlikte yürünen o yol çatallandığında, vakti zamanında kendilerinin de şikayet ettiği 'te'dip' sopasını Kemalistler'in elinden alıp, AK Parti'nin doğal temsilcisi sayılan dindarların tepesine indirmeye niyet edebilirmiş.
Neden mi bahsediyorum? Şundan: Ahmet Altan, opera, tiyatro, sinema, havalaanı, gar, liman gibi kültürel mekanlarla kamunun kullanımına açık sosyal alanlara ibadet yeri ve kreş açılmasıyla ilgili kanun taslağını eleştirmiş ve "operalara mescid yapma" kararının dini bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığını savlamış.
Altan devam yazısını ise mealen, "kendisi bile (!) operayı sevmezken dindarlar nasıl opera sever ki?" anafikri üzerine kurmuş.
Her iki yazının da arazları çok. Hemen tüm sosyal mekan ve zeminlerde halkın kullanımına açık bir ibadet alanı fikrinin, sırf opera salonlarına indirgenerek ibadet ihtiyacının gereksizmiş gibi görünmesine yol açılması bir yana, Kemalist elitist dilin liberaller tarafından ne çabuk kuşanılabildiğini göstermesi, yazıların arazlardan sadece ikisi...
Ben bile (!) kelimelerinde somutlaşan bir elitizmle; şahsını, sanattan anlama kalibrasyonu ve zevk inceliği açısından tanıdığı tanımadığı tüm dindarların üstünde konumlandıran ve yazısını o konumlanma üzerine bina eden Ahmet Altan'ın argümanları öylesine tanıdık ki. Neredeyse, "opera sizin neyinize, sizi gidi köylüler, ezikler" demediği kalmış...
Sözünü ettiğimiz kişi Ahmet Altan üstelik. Bildiğimiz kadarıyla demokrat kimlikli, bu memlekette sosyal, siyasal ve ekonomik mahiyetli 'kurtarılmış bölgeler' olmasına itiraz edegelmiş, yukarıdan aşağıya baskılanarak gerçekleştirilmeye çalışılan modernleşme projesine eleştiriler yöneltmiş, "imtiyazlı üst ve üstün sınıf ve geriye kalanlar" ayrımını yanlış bulmuş bir yazar, romancı Ahmet Altan...
Bu ne demokratlık, bu ne halkı aşağılama dürtüsü demeyin!
Tespit edenler etmiştir; liberaller ve dindarlar arasındaki çıkar birlikteliğinin arasında dolaşan o hayaletin gün olup, ayrışmanın ve çatışmanın delili olarak ete kemiğe bürüneceği çok önceden kestirilebilir bir gerçeklikti...
Kafasının arkasındaki "dindarlık=köylülük" formülünden hiçbir zaman vazgeçmemiş, bu toplumun içine girmeye, ruhunu anlamaya, mantığını kavramaya hiçbir zaman gönül indirmemiş liberallerle, tam da bu sebeple liberallerin demokratlıklarını her zaman tartışılır bulmuş dindarlar arasında bir çatışma çıkması ihtimali de öyle...
En ufak bir kişisel çıkar ayrışmasında ortaya çıkan şey; bu iki kesim arasında gerçek bir gönül bağı ve yol arkadaşlığının olamayacağıdır ve hayalet operada ortaya çıkmıştır...
Geçmiş olsundur...
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)