Önce kendinden bilmeli insan hayata bakarken, kendinden biçmeli ölçüleri ki diğerleri dediklerini gerçek anlamda algılayabilsin.


Bile bile isteye isteye insan sürgün eder mi kendini  bilinmeze, bilmediği bir ülkeye. Eder evet hemde acımasızca yapar bunu. Yılarca uğraştığın uğruna mücadele verdiğin, sen olmak adına yaptığın ne varsa bırakırsın ve yeniden doğmaya çalışırsın başka topraklarda. Gönüle sevda girdimi neyin önemi kalır ki.  Takılırsın peşine yüreğinin  kokusu farklı, tadı ayrı, dili ayrı bir yerde açarsın gözlerini. Bir yazar demiş ya “Yüreğinin götürdüğü yere git!” diye. Doğruda demiş ama bilememiş mi acaba bunu derken geride neler yitirildiğini. Ya bilecek kadar yaşamadı ya da onun yaşadığında yitirilecek kalmamıştı geride. Çoğumuz yol gösterici tayin etmişizdir bu dizeleri.


Yüreğinin getirdiği yerde uyanırsın bir sabah, ilk başka algılamazsın nerede olduğunu, ancak ayağın yere başar basmaz bir boşluğun içine yuvarlanıverirsin, tüm bedenini saran o karmaşayla zar zor hatırlarsın nerede olduğunu. Heyecanla karışık bir korku sarar ruhunu, yeniliğin heyecanı, eskinin eksikliği ve atarsın nefes almak istercesine kendini keşfetmek için  bu yeni yeri.


Tanıdık bir yüz, dost bir selam beklersin bilmediğin sokaklarda gezerken, tarhana çorbasının o eşsiz  kokusu  gelsin bir evden, bir anne çocuğuna bağırsın, sokaklarında eskiciler, seyyar satıcılar gezsin, soğuk kış aylarında bozacıların sesi duyulsun… Her an her şey olmasına alışmışsındır çocukluğunun toprağında ya ama buralarda yoktur  o, öyle bir sistemlilik, öyle bir düzen, öyle bir kibarlık vardır ki, herşeyin bilindik olması yorar insanı. Sokaklarında kedi köpek gezmez mi hiç bir ülkenin, sarhoş olup nara atanı olmaz mı, kapıya sütçüsü gelmez mi, yağı bitmiş komşu, çocuğu eve gelmemiş bir baba, alt kattaki ahmet dede uğramaz mı . Beklersin ey sürgünüm beklersin de olmadığını gördüğün her an yavaş yavaş anlarsın nerede olduğunu. Sevdalandığın adam uğruna ne çok sen  bırakmışsındır aslında, ne çok . Bir tek o kalmıştır elinde avucunda artık tanıdık olan ve ona sarılırsın sımsıkı, ürkersin, korkarsın, yeni doğmuş bir bebek gibi yabancılığı yaşarsın aldığın her nefesin, o her nefes parçalar ciğerlerini, yüreğini, çocukluğunu…


Tanıdık bir iz bulma peşine düşer ansızın varlığın. Çoğu kez çekip gitmeyi düşünürsün, bir  yanda seni sen edenler bir yanda yüreğin, boktan bir durumdur işte, çaresiz susar alışmaya çalışırsın.


Eskilerde saçma gelen ne varsa öyle değerlenir ki bu dönemlerde insanda. Sobanın üzerinde demlenen çay kokusu buram buram çocukluk kokarmış meğer, oysa sen çoğu zaman annene kızmışsındır “sanki paran yok anne neden şöyle afilli bir demlik  almazsın ele güne karşı” diye ve annen “bunun tadı olur mu hiç onda kızım, beğenmeyen gelmesin oturmasın çuluma, içmesin çayımı” dediğinde nasılda için için geri kafalılıkla suçmalışsındır onu. Anımsadıkça şimdilerde huzurun olur bu anlar. Sığınağın. Sebepsiz tebessümlerin olur.


Şimdi ne yapar kimbilir annem? Babam ne yapar? Belki nargile içiyordur  bahçede, yanında türk kahvesiyle…


Şimdi ne yapar kimbilir kardeşlerim? 

Nerdeler?

Ne düşünüyorlar?

Ne hissediyorlar?

Benim onları özlediğim, düşündüğüm kadar onlarda beni meraktalarmıdır acaba?


Şimdi ne yapar kimbilir çocukluğum kerpiç kokan o köy evinde?


Elinde salça ekmekle sek sek oynuyordur belki, belki çalıların arasında bulduğu bir gazete parçasını okuyordur kitapsızlıktan ?


Kimbilir?


Şimdi çoğunuz soruyordur bilirim alıştın mı? diye. Hayır alışmadım, alışamadım, alışabilirmiyim bilmem ama sanırım alışmayı istemiyorum.


İnsan olmanın tüm yükünü taşıyorsanız iliklerinizde, özünüzü asla unutamazsınız…