Türkiye'nin talihsizliği, kendileri solcu olmayan siyasi hareketlerin 1960'lı yıllardan bu tarafa, kendilerini sol diye takdim etmeleri, işin daha kötüsü kamuoyu yapıcılarının da bunu böyle kabul etmeleridir.
Oluşturulmuş kamuoyuna göre CHP de DSP de hatta BDP de solcu sayılması gereken partilerdir. Bunun ne kadar sorunlu olduğunu, bu üç partinin kimliklerine bakarak teşhis etmek zor değildir.
CHP, tek parti geleneğinin bütünüyle ideolojik ve politik anlayışını, ne kadar "değiştim, değişiyorum" dese de iliklerine kadar yaşatan bir parti olma hüviyetinden bir türlü uzaklaşamamaktadır.
Sol olma çabası
Üzerinde durulması gereken asıl husus, elbette ki partilerin oluştuğu toplumsal temellerdir. Türkiye sadece tarihsel şartlar bakımından değil, bugünkü toplumsal dinamikleriyle de sol bir partiyi üretecek atmosferden farklı bir yerde durmaktadır.
Burada teorik tahlillere girecek değilim, CHP'nin kendi tarihine ve ideolojisine rağmen, toplumsal şartların sol bir hareketi güçlü bir şekilde destekleyecek gelişme göstermesi, onun değişim arayışına karşılık gelebilecek bir yapının oluşması anlamına gelebilirdi. Oysa toplumsal şartların sol siyasal hareketlerin temellerini oluşturma eğiliminden çok başka bir yöne doğru evrilmesi, CHP'nin bütün girişimlerini samimi de olsa boşa çıkarmaktadır. Zaten CHP'nin ideolojik ve politik yapısı, yani bir dünya görüşü olarak kemikleşmiş Kemalist anlayışla, bürokratik militer unsurların ağırlıklı olarak temsil edildiği siyasal örgütlenmesi de göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir değişim beklentisinin gerçekçi olamayacağı görülecektir.
DSP'nin burada küçük bir oranda oy almış olmasını ihmal ederek meseleye bakarsak, Ecevit'in demokratik sol diye vurgu yaptığı arayışında, evrensel anlamda sosyal demokrasiyle hiçbir zaman içsel bir bağlılık göstermediğini hatta söylem düzeyinde belli sloganlarla sosyal demokrasinin kavramlarını kullanan bir çeşit yeni Kemalizm sayılabileceğini belirtmek durumundayım.
Ecevit daha 1970'li yıllarda "bu düzen değişmelidir" derken de "Ak Günlere Doğru" programıyla da, sosyal demokrasiyle akrabalığı olmayan bir siyaset anlayışına sahip olmuştur. Bu Ecevit'in arayışında samimi olmadığı anlamına gelmemelidir. Bu durum, tarihsel temelleri farklı bir siyaseti yani bürokratik otoriterizm geleneğine dayanan bir partinin, sosyal demokrasinin toplumsal şartlarının bulunmadığı bir ülkede, siyasette sol bir kimlik bulma arayışının çelişkisidir.
Solculuk mu, ırkçılık mı?
BDP'nin sol diye nitelendirilmesi daha vahimdir. Bütün iddiaları, etnik kimlik ve buna dayanan ayrımcılık üzere kurulu bir anlayışın, sol sayılması ancak solun başka bir dünyanın sınıfsal yapısının ideolojisi olduğunu kavrayamayacak zihinlerin kabul edebileceği bir şeydir.
Bu anlayıştan gelen değişik siyasi partilerin, terör örgütlenmesine ve şiddetin etnik iddialarla aynileşmesi dikkate alındığında, ırkçı bir yaklaşımı sol kabul etmek gibi garip, çelişik ve zihnen geri bir duruma düşülmüş olur. Siyasetlerini ırkçılıkla temellendirenleri sol bir renge boyamak gerçeği değiştirmez.
Unutulmamalıdır ki, sanayi çağının, sanayi toplumlarının ideolojileri olan sol ve sağın çok ötesindeki bir dünyaya doğru gidiliyor. Bu çağın dışında kalmış, eski toplumsal unsurlara dayanan siyasi hareketlerin, bu değişimi fark etmeyerek kendilerini solda bir yere konumlandırmaya çalışmaları, onlar için önemli bir çaba olabilir ama Türkiye'nin bugününe katkı yapacak bir siyaset üretmeye yetmez.