Türk toplumsal ve siyasal hayatında uzun bir dönemden bu tarafa, iki tavrın giderek kutuplaştığı bilinmektedir.
Hatta bu tavırların ideolojik ve politik kutuplar olarak yerleşik hale geldiğinin üzerinde duran çok sayıda yazar ve düşünce adamı bulunmaktadır. Bu gruplardan birinin "devletçi-siyasal elitler" diğerinin ise "sivil-muhafazakâr halk" olduğu, farklı isimler altında kavramlaştırılarak ortaya konmuştur.
Adı üstünde "devletçi-siyasal elitler" devlete egemen oldukları gibi, devleti bir araç olarak kullanarak, halk üzerinde her türlü tasarruf yapma yetkisiyle davranmaktadırlar. Bu düşünce ve davranış biçiminin dayandığı ideoloji, onlara kendilerini "ilerici" halkı ise düzeltilmesi gereken "gerici" bir kitle olarak sunmaktadır.
Eski ve yeni
Türk düşünce hayatında, bu anlayışa itirazların tarihi eskiye uzanmakla beraber, yakın dönemde iki önemli isimden bahsetmemek haksızlık olur. Bunlardan ilki "sağ" kanattan Mümtaz Turhan, diğeri ise "solda" yer alan İdris Küçükömer'dir. Rahmetli Mümtaz Turhan, resmi ideolojinin kategorik olarak tanımladığı ilericilik-gericilik meselesinin "Kültür Değişmeleri" açısından analizini yapıp, mahiyetini ortaya koyarken, yine rahmetli İdris Küçükömer, kategorik kutupları tersine çevirip, resmi nitelendirmeye itiraz etmiştir.
Bugün hâlâ bu resmi şablonun sürdürülmeye çalışıldığı bir zihniyet dünyasının, bütün değişimlere rağmen ayakta kalmaya çabaladığını görüyoruz. Akademik hayatta olduğu kadar medya dünyasında da uzun yıllar hegemonik bir üstünlüğe sahip olan bu zihniyet, bütün gücünü pozitivist paradigmanın içerisinden almaktadır.
Kaba ve ilkel bir 19. yüzyıl anlayışına dayanan bu dünya görüşü, halkın kültürüne, elbette ki onun merkezinde yer alan dinine ve sahip olduğu her şeye karşı tavır almıştır. Bunun için, bu anlayışın bugünkü sahipleri Batılılaşma politikalarıyla, onların uygulayıcılarıyla (Jön Türkler'den, İttihatçılar'a, Kemalistler'e kadar) zihinsel özdeşlik içindedirler.
Türkiye'nin antidemokratik dönemlerinde, bu zihniyet tarafından bastırılmış, susturulmuş, sindirilmiş halkın, demokrasiye doğru adım atıldıkça kendini bulması, kendisini kurumsal olarak ifade etmesi, ekonomiden siyasete yeni bir toplumsallığı üretmesi karşısında, bu anlayış ya "endişelenmekte" ya da yeni gerekçelerle "tepki" göstermektedir.
Yenilikçi muhafazakâr
Bunların son zamanlardaki hırçınlıklarını ele veren ruh halini, "her şey kötüye gidiyor, memleket battı batıyor, yakında ekonomik kriz gelecek, her şey daha da kötüleşecek" kampanyasında olduğu gibi, Suriye'de Baas rejiminin çöküş sürecinde yaşananlarda, PKK'nın eylemleri bağlamında ortaya çıkan durumda da görmek mümkündür.
Gazete ve televizyon yayınlarında anlaşılmaz bir tarafgirlikle Baas rejimine karşı tavır alan Türkiye'yi eleştirirken, bir taraftan halkı 'ürkütücü-kışkırtıcı' bir üslupla "Kürt devletinin kurulduğundan" söz edenler, diğer taraftan PKK karşısında amansız bir mücadele yürüten devleti, "güvenlikçi politikalara" hatta "militarist anlayışa" dönmekle suçlamaktadırlar.
Bazı akademisyenlerin, 'bu güvenlikçi politikaların askeri vesayeti canlandıracağını' söylemesi, meseleye hâlâ yukarıda vurguladığımız eski egemen ideolojinin içinden bakıldığının göstergesidir. Yoksa terör karşısında düşülecek zor bir durumun, militarizmi canlandırma ihtimalinin daha yüksek olduğu elbette görülebilirdi.
Türkiye'de değişimi başından itibaren adeta taşıyanların, "muhafazakâr halk" ve onların şu veya bu düzeydeki siyasetçilerinin olması bir tarafa, "askeri vesayetin" tasfiye sürecinin hâlâ devam ettiği bir dönemde, bu üsluptaki eleştiriler ve ifadelerin varlığı, değişimin dışında kaldıkça, egemen ideolojinin içinden konuşanların tutuculuğunun giderek gerici bir eğilime kaydığına işaret etmektedir.
(Bugün gazetesinden alınmıştır)