Cumhuriyet tarihinin en elim hadiselerinden biri olan 1937-38 Dersim katliamının siyasi polemik malzemesi yapılması elbette hoş değildi, vicdanları rencide etti. Sonuçta sözkonusu olan kan, ölüm, gözyaşı ve onyıllar boyunca bastırılmış olan acılardı. Ancak aynı tartışmanın, "Sizin şer gördüklerinizde hayır olabilir... " ayet-i kerimesinin tüm haşmetiyle inkişaf etmesine vesile/yol/kapı olduğunu düşünüyorum bir yandan.
Nitekim, yıllardır kitaplara ve araştırmalara konu olmasına, belgesellere ve türkülere ilham vermesine rağmen, sadece "bilgili ve ilgililerin" yedeğine tıkılı kalmış bu acı olayın detaylarını, Seyid Rıza'nın darağacına giderken kurduğu "Ben sizin oyunlarınızla baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama size boyun da eğmedim. Bu da size dert olsun" ve "Evladı Kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Günahtır" şeklindeki cümleleri ve bu cümleleri hangi hadiseler üzerine ettiği, geniş kitleler tarafından öğrenilemeyecekti.
Kamuoyunda, Dersimliler'in Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı başkaldırdığı ya da başkaldırma hazırlığı içinde olması nedeniyle öldürüldüğü yanılgısı sürgit devam edecekti. Aynı şekilde, bu popüler tartışma vuku bulmasaydı; Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1936'daki Meclis Açılış Konuşması'nda Dersim üzerine söyledikleri ve bu konuşmada geçen "çıban" benzetmesi ve Osmanlı'nın yıkıntıları arasında yeniden kurulmakta olan devletle "barışık" olmak isteyen Dersimli Hasan Hayri Bey'in, Diyap Ağa'nın, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey'in acı sonu, birkaç tarihçinin merakına nesne olabilecekti sadece.
Bugün artık, insanlar Atatürk'ün emriyle (!) Dersim Mebusu seçilen ve yine O'nun talimatıyla geleneksel Kürt kıyafetleri içinde Meclis'e gelen Hasan Hayri Bey'in İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanırken, Mahkeme Başkanı Ali Saip'in yöresel Kürt kıyafetleriyle neden Meclis'e gittiğini sorması üzerine, bunun Atatürk'ün müsaadesi, hatta isteği olduğunu söylediğini ama "Meclis'e Kürt kıyafetiyle gitme" suçundan hüküm giyip, asılmaktan kurtulamadığını, biliyor. Daha doğrusu bu bilgi, eskisinden çok daha büyük kitlelere ulaşabiliyor. Bugün Dersim ilk kez olarak ve sahiden, bilgiler gizlenip saklanmadan konuşuluyor. İnsanlar artık o dönem TBMM arşivlerini merak ediyor.
Her şey iyi, tamam, güzel yani. Ama artık söz sırasının Dersimliler'e geldiğini düşünüyorum bendeniz.
Çünkü Dersimli olmayan, Kürt olmayan, Alevi olmayan Erdoğan gerçekleri söylüyor ve devlet adına özür dilemekten imtina etmiyor. Ama ailesinin bir kısmı Dersim'de katledilmiş, bir kısmı da sürülmüş olan, Alevi CHP lideri, gerçekleri halı altına süpürmeye çabalıyor ve bu konuda kafasını kuma gömdüğünde kimsenin kendisini görmediğini varsayan bir politika yürütüyor.
Stockholm Sendromu sonuçlarını anıştıran bir davranış kalıbı olarak 50'lerden sonra doğan bütün erkek çocuklara Kemal adını koymuş Dersimli'nin Kemal'lerinden biri olan Kılıçdaroğlu Kemal, CHP'nin Dersim yüküyle hesaplaşarak, içinden geldiği CHP geleneğini tarihin bu berbat ağırlığından kurtarma imkanını, elinin tersiyle itiyor.
Yazık diyelim; Genel Başkan koltuğunda bir Dersimli olsa da, seçim öncesi dönemde çok güçlü "değişim" sinyalleri vermiş olsa da, CHP'nin Türkiye Cumhuriyeti'nin Kemalizm ve laiklik soslu jakoben ideolojisinin resmi söylemini taşımaya devam edeceğini de bilelim.
Ama bir yandan da soralım: Peki, ortalama Dersimli ne diyor bu duruma?
Şimdiye dek kafasına yediği topuzlara hiç aldırmadan aşkla sevdiği CHP'yi, Dersim katliamını tüm gerçekler ortadayken bile inkâr edişine rağmen sevmeye ve oy vermeye devam edecek mi acaba? 70 yılda kabuk bile bağlamayan Dersim yarasının acısını dindirmeye, "şeriatçılar gelecek hepimizi kesecek, o yüzden CHP'ye oy veriyorum" gerekçesi yetecek mi bundan sonra?
Kemalist ideolojinin, dindar kesimler yükselmeye başladıktan sonra sarıldığı, "madem bu ülkede dindarlık olgusu eprimedi, bari yerine suya sabuna dokunmayan bir dini; Aleviliği ikame edelim, bunu gerçekleştirmek için de 'sünniler sizi kesecek' şayiasını ortaya atalım" söyleminin, alevilerle-sünnileri karşı karşıya getirmek üzere dizayn edilmiş, o bildik oyunun bir parçası olduğuna uyanamayacaklar mı hâlâ?
Dersimliler, acı dolu ortak hafızaları sayesinde rejimle savaşmayı değil barışı seçmiş olabilir ve yıllar yılı bu ortak ve sessiz kararın gereğini yerine getirmiş olabilir. Ancak bu kararın ve rejimle barışın kendilerine özgürlük ya da daha iyi hayat şartları getirmediği, resmi bir ibadet mekanına bile kavuşamadığı da gün gibi ortada...
Artık aralarından bir şeyler söyleyen çıkmalı.
Biri çıkmalı ve "Neden hepimizin adı Kemal be kardeş?" diye sormalı mesela.
Keşke konuşsalar ve ne hissettiklerini hepimiz öğrensek, değil mi?
Not: Bu yazıyı yazarken, 2009 yılında yayınlanmış olan "Dersim: Alevinin Stockholm Sendromu" başlıklı yazımdan faydalandım.