Canım sıkkın olduğu zaman; doğru çatı katına...

Gıcırdayan tahta bir döşeme, eğreti basamaklar ve üçgen bir tavan...

İki büklüm duruyorsun sanki sırtında dünyanın yükü...

Ama penceresi gökyüzüne açılır ...

 

Ben çok sık giderim oraya...

Orda yağmurun yağışı, daha bir sert daha bir öfkelidir.

Ama hüzünsüz...

Romantik gelmez yağmurun, ne sesi ne de kendisi... 

Bana müzikten başka hiçbirşey romantik gelmez ya...

Oraya çıktığımda kimsem olmaz, yani kitabım da olmaz, müziğim de....

Boş boş bakarım camın üzerine vuran yağmura...

 

Herkese kızarım, küserim...

En çok kendime ama. 

En çok sevdiklerime...

Beni kıranları değil de benim kırdığım kalpleri düşünürüm...

Çünkü ben sadece kendi ağzımdan çıkanların sorumluluğunda ezilirim, başkasının değil...

İşte ben onlardan özür dilerim...

Hatta üzülürüm...

Evet ben çok üzülürüm...

Çoğuda bir incir çekirdeğini doldurmaz ya ama gel bir de bana sor...

Aslında bunun için kimseye de ihtiyaç yoktur, ben kendi kendime zaten çok güzel üzülürüm...
 

***

Canım sıkkın olduğu zamanlar; doğru çatı katına...

Gıcırdayan tahta bir döşeme, eğreti basamaklar ve üçgen bir tavan...

İki büklüm duruyorsun sanki sırtında dünyanın yükü...

Ama penceresi gökyüzüne açılır ...

  

Kendimden en iyi kaçtığım yer orasıdır...

 

Bence seninde kendinden kaçabileceğin bir yerin olmalı...

İşimiz gücümüz kendimizle değil mi zaten...

Neye ulaşamadıysak hayatta, onun öfkesi içindeyiz.

Kime benzemek istediysek, en çok o bizi rahatsız etmedi mi?...

Kimi incittiysek, günün sonunda ona mahçup olmadık mı?... 

Geç kalınmışlıklar bitirdi bizi...

 

 Zamanın hızına  yetişemeyince sonbaharla birlikte... Cem Adrian imdadıma yetişti;

 

“Beni affet bu gece, sadece duy istedim. 

Ellerini elimde, biraz tutmak istedim. 

Kar eriyince beyaz kalır mı gece ?

Umut tükenince yine çarpar mı bir kalp? 

Ah düşünce gülümser mi çocuklar ?

Düşler bitince başlamaz mı kabuslar....”