Ağaçlar da Hisseder.

“Ve oduncu gözünü bile kırpmadan elindeki baltayı salladı. Henüz hayatının baharını yaşayan Sim’i kesti, devirdi hiç acımadan. Taşısın diye attı ırmağa. Zer’in göklerde yankılanan feryadını işitmedi bile. Zer, beni de kes, beni de kes! diye yalvardıysa da duyuramadı sesini insanoğluna. Giden sevgilinin ardından acıyla inledi. Rüzgara yalvardı sonra, lütfen es! dedi. Hiç esmediğin bir güçle es, fırtına ol!

Niçin? diye sordu rüzgar. Beni suya devir, bak o gidiyor, dedi Zer. Durumu kavradı rüzgar, görülmedik bir hızla, şiddetle, tutkuyla esti, esti esti… fırtına oldu. Zer’in yıllanmış gövdesi dayanamadı buna. Suya devrildi. Sim’in ardı sıra sürüklenmeye başladı. Elbet bir yerde buluşuruz, diyordu. Nasılsa aynı yöne gidiyoruz.

Öyle de oldu. Yüze yüze bir kereste fabrikasının önüne sürüklendiler. Adamlar geldi yanlarına, ikisini de ırmaktan çıkardılar. Kestiler, biçtiler, tahtalar haline getirdiler, depoya götürdüler. Depocu, üst üste koydu parçalarını, aylarca kurudular oracıkta. Hayatlarından eser kalmadı. Duyguları ise dipdiriydi. Gece oldu mu fısıldaşıyorlardı aralarında. Asla ayrılmamak tek dualarıydı.

Bir mobilyacı aldı tahtalarını götürdü atölyesine. Güzel bir çalışma masası yaptı ve satmak için vitrine koydu. Masanın içinde fısıldaşıyorlardı. Şimdi bir olduk, artık bu masaya bir isim gerek. Geceler boyu düşündüler. Simuzer olsun, dedi Zer. İki isim teke indi böylece.

Vitrindeydiler. Caddede bir adam ile bir kız göründü. Aceleleri vardı sanki. Birlikteydiler ama ayrı gibiydiler. Onların da aralarında bir ırmak mı vardı yoksa? Gönül gönüleydiler ama el ele değillerdi. Bir sırları mı vardı acaba? Söylenmemiş sözler gibiydi erkek. Şiirlere benziyordu kız. Bize benziyorlar, diye fısıldadı Sim.

Aylar birbiri ardında geçti gitti. Vitrindeydiler, masanın üstünde bir gölge hissettiler. Bir erkek gölgesiydi bu. O adamdı, caddede görünen. Yanında yazılmamış şiir yoktu şimdi. Nerelerdeydi acaba o şiir? Adamın gözlerinde hüzün vardı. Tebessümünü yitirmişti. Onu arar gibi ısrarla masaya bakıyordu. İçeriye girdi, pazarlık etti ve masayı satın aldı. Kendi odasına götürdü, şiirler yazacaktı üstünde. Yazmaya da başladı. Zer ve Sim memnundular bu durumdan. Hayatsız bir yaşamları vardı ama olsun, adam şiir yazıyordu kupkuru sırtlarında.

Ona yardım edelim, dediler. Ne yapalım, diye sordu Zer. Ona bizi anlatalım, öğrensin sevgimizi, belki bizim de destanımızı yazar, dedi Sim. Tüm detayları gece konuşacaklardı, hep gece konuşurdu onlar zaten. Adam da geceyi beklerse işitebilirdi onları. Ve adam geceler boyu aldı ilhamı onlardan.

Birlikteydiler ama bir sızı vardı inceden gönüllerinde. Yaşanmamış hayatlardan kalan bir boşluk gibiydi. Böyle olmamalıydı. Zer derin bir ah etti, nehrimizin kıyısında yan yana olsaydık, dedi. Acı dolu sustular yeniden. Dallarını, yapraklarını, yağmurun sesini, kuş cıvıltılarını hatırladılar yeniden. İç geçirdiler. Artık ne bahar vardı ne yaz. Şimdi kupkuruydular. Gözyaşı bile dökemeden uzun zaman ağladılar. Fısıldaşmaları dileklere dönüştü. Her gece bıkmadan usanmadan tekrar ettiler. Geriye dönüş imkansızdı, anlamışlardı fakat ileriye gidiş mümkündü. Bunu fark ettiler. Yalnız hatıralar yoktu, ümitler ve hayaller de vardı.”

Yazar Ömer Sevinçgül’ün çok değerli kaleminden dökülen bu satırlar insanoğluna acı bir ders vermeli diye düşündüm. Ağaçlar da hisseder, onlar da konuşur, sever...

Doğanın her bir parçasına eşit oranda sevgimizi vermemiz gerektiği gibi onları korumakla da yükümlüyüz. Ağaçlar en değerlilerimiz. Hayatlarının baharında onları aniden acımasız bir celladın gözlerine mahkum etmeye hakkımız yok. Edersek, göz yumarsak bizlerin de sonu nice olur diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

#AğaçlardaHisseder