Perşembeler özeldir. Önemlidir. Farklıdır. Kırmızı tuğlalar arasından süzülerek pencereden içeri giren, oradan mutfaktaki çay kutusunun içine sızan, bazen de arka bahçedeki ağacın dallarında uyuyan pek çok şey getirir size. İskandinav mitolojisinde de Thor’s Day (Perşembe) adını babası Odin’den sonra en güçlü tanrı olarak bilinen Thor’dan alır. Thor’un aynı zamanda şimşeklere, fırtınalara ve yağmura da hükmettiği söylenir. Oldum olası perşembeleri neden daha çok sevdiğim bir sır değildi.
Yıllardan Londra… Mevsimlerden Marble Arch… Haftada en az iki kez gittiğim favori yerlerimden biri olan The Tyburn-Wetherspoon’daydım. Ne zaman gelsem ya fish&chips ya freshly battered cod and chips with mushy peas ya da (şayet NY günlerimi yad etmek istersem) Italian burger yerdim. Marble Arch şubesi bana hep daha samimi gelmiştir nedense… Victoria istasyonunun üst katındaki şube beni hep boğmuş, tabağımın tadını çıkaramadan alelacele oksijen alabileceğim bir yere itmiştir. Edmonton’da ki şube de fena değildir. Boylu boyunca uzanan caddede pek çok fast food zinciri ve restoran olmasına rağmen yine ilk tercih edilecek yerlerdendir bana göre.
Girişin solunda cam kenarındaki masalardan birine oturmuştuk. Hava kararmak üzereydi. Cenk siparişlerimizi verip elinde iki bardak beyaz limonatayla (bu yıl menülerine eklemişler) geri geldiğinde ben de gelen e-maillerimi kontrol ediyordum. Cuma akşamı olmadığı için mekan her zamankinden daha kalabalık değildi. Birkaç dakikalık günlük sohbetin ardından yeni garsonlardan Polonya asıllı olan Ruta elinde iki cod fish tabağıyla yanımıza yaklaştı. Tanıdık yüzler görmenin verdiği rahatlatıcı ama geçici duygusunu hissettirip birkaç kelam ettikten sonra yeni siparişler için bar tarafına doğru ayrıldı.
Bir yandan sohbet ederken diğer yandan neredeyse tabaklarımızı yarılamıştık. Cenk, internetten sipariş ettiği mozaik kitabını bana gösterirken (kendisi müthiş bir cam mozaik sanatçısıdır bu arada) ben de ona yeni başlayacağım kısa hikâyem hakkında ipuçları veriyordum. Eşim yıllardır benim lektörlüğümü yapmıştır. Hikâyelerimi ilk okuyan, kitaplarımın son noktasını koymadan önce finali anlattığım tek kişidir.
Günlerden perşembeydi.
O akşamüzeri hava her zamanki gibi griden hallice, bulutlar uzansanız dokunacak kadar yere yakın, serinlik gittikçe tehditkâr bir hal alıyormuşçasına gergindi. Henüz ağırlığını hissedemediğimiz sis ise şimdilik evlerin bacalarında, sivri kulelerde, bahçedeki çimlerin altında, kanalizasyonlarda ve daha derinlerde beklemedeydi. Sırası geldiğinde -ki şayet perşembe ise bu genelde hava karardıktan sonra olur- yerin altından, üzerinden, sağından ve solundan her yeri saracaktı.
Garsonlar, barmen, masalar, sohbetler, kısacası her şey olması gerektiği gibiydi. Dikkatimi dağıtan hiçbir şey yoktu. Ta ki son lokmamı ağzıma götürürken duyduğum o sese kadar; yoğun sisin içinden kulağıma ilişen bir fısıltı duyduğumu sandım.
Çatalı ağzıma götürmüştüm ki ansızın bütün camlar korkunç bir gürültüyle çatırdamaya başladı. Dışardaki karanlığın kasvetli uğultusu aklımı ele geçirecek gibiydi. Midemden kalbime tırmanan sancının basıncı dayanılacak gibi değildi. Hava daha da karardı. Karanlıkla birlikte gelen sis şehrin üzerine bir karabasan gibi çöktü. Göz gözü görmüyordu. Koşarak oradan uzaklaşmam gerekirken sandalyemden bir türlü kalkamıyordum. Şehirle birlikte ruhumu da ele geçiren koyu karanlıkta hissedebildiğim tek şey toz bulutları, fırtınanın uğultusu, patlayan cam sesleri, çok yakınlarımda bir at kişnemesi ve uzaklardan yankısını duyabildiğim birden fazla aslan kükremesiydi. Sonra birkaç kapı gıcırtısı duydum. Gözlerim ağır ağır açılırken, o sırada Londra’nın başka yerlerinde başka kapılar aralanıyordu. Londra’nın üzerinde, altında ve çok daha derinlerde…
Fırtına tüm ihtişamıyla devam ederken, ben iki büklüm sandalyemde sonumu beklemekteydim. Gözlerimi araladığımda, hortumun tıpkı Neb-Sanu gibi kendi etrafında döndüğünü gördüm. Ardından dev bir darbeli matkap görevi görürcesine olduğu yeri delerek yerin altına indi. Restoranın tam ortasında, eskiden yuvarlak kırmızı kadife koltukların olduğu yerde şimdi kocaman bir delik vardı.
Kahverengi toz bulutları bir anda dağıldı. Hava sakinleşti. Ayağa kalktım. Hortumun açtığı çukuru görmem gerekiyordu. Normalde masamla arası yaklaşık üç metrelik bir mesafeyken şimdi önümde aşmam gereken onlarca devrilmiş masa, sandalye ve cam yığını vardı. Yine de gitmeliydim. Bugün perşembeydi. Özeldi; kılıma zarar gelmemişti. Önemliydi; Thor’un günüydü. Farklıydı; Londra’da tek başımaydım. Koca şehir sadece benim için vardı.
Dev çukura ulaşabildiğimde kalbim yerinden çıkacaktı. Evimdekinden bile daha dik bir merdiven sonsuzluğa iniyormuşçasına davetkar bir şekilde beni bekliyordu. Aşağıda, derinlerde, henüz kimsenin varlığından haberi olmayan başka bir Londra’nın nefesini hissedebiliyordum. Landseer aslanlarının şehirde özgürce dolaştığı, At Kafası heykelinin gövdesini görünmez yapan, bir uçtan diğer uca pek çoklarıyla şehrin kapılarını tutan ölümsüzlerin yaşadığı gerçek Londra’yı…
Sonra merdivenden aşağı indim.
Son yıllarımın en vefakâr mekânı olan Marble Arch şubesi ne yazık ki Mayıs’ın son haftası kapandı. Bir gün önce akşam yemeği için uğradığımızda ne cama asılmış bir duyuru ne de atmosferinde bir öksüzlük hissetmiştim. Tek hissettiğim şey; balıklarımızı yerken biraz başımın döndüğü ve bunu o günkü koşturmamdan dolayı yorgunluğa bağlamamdı. Ah, birde çıkarken aniden bastıran sisi hatırlıyorum. Yol boyunca arka arkaya çakan şimşekler de heyecan vericiydi.