İnsan aslında tam doğuyor ama yaşarken eksiliyor.
Biz küçükken “hayat zor” cümlesini sadece büyüklerin kurması gerektiğini düşünürdük. Ergenliğe giriş gibi hayata girişin en önemli göstergesi olan bu cümleyi söyleyen kişi, artık “büyük”dü. Ne özenirdik, elimizdeki kitabı defteri, oyuncakları yaşamak yerine, bir an önce zor hayata adım atmak için ne sabırsızlanırdık. Küçükken en büyük pişmanlıklarımız, o daldaki son kirazı koparmamak kadar acemiceydi. En büyük korkularımız, eve geç kalırsak yiyeceğimiz azardı.
O yaşlarda bizi ne korudu büyüklerin yaşadığı zorluklardan? Annemiz babamız mı? Çoğumuzun hâlâ sağ. Arkadaşlarımız mı? Belki şimdi daha çok var. Sorumluluk taşımamamız mı? Kendimize göre biz de bazı şeylerden sorumluyduk. Yemek yemezsek sokağa çıkamaz, odamızı toplamazsak TV izleyemezdik.
O zamanlar korunduk, çünkü boyumuz kısaydı. Daha zorlukların sıralandığı raflara yetişemiyor, göremiyorduk.
Harikalar Diyarında ilk raf, vermeden almanın imkansız olduğunu öğreten olaylarla doluydu. Payımıza hangisi düşerse artık. Ederinden fazla verirsek ne olur, eksik verirsek nasıl karşılanır, ince ince öğrendik.
Her öğrendiğimize karşılık bir hayalimiz yok oldu. Artık elindekileri paylaşmak koşullara bağlandı.
Masal kahramanları sayesinde yalanlarla tanıştıysak da, ilk söylenen yalanla, inanmayı unuttuk, korkmayı öğrendik.
Artık parmak uçlarımıza yükselip bir sonraki zorluğu görmek için uğraşmaya başladık. Tabii gördük de. İster karşılıklı ister tek taraflı olsun, çok sevmenin de çok kızmanın da insanı nasıl darmadağınık ettiğini bildik.
Narkissos, Ekho’nun aşkına karşılık vermediği için cezalandırılmış, kendine olan aşkından erimiş gitmiş.
Kendimizi sevmekten korkmamız bundan. Birgün nehrin kıyısında açan yapayalnız bir nergis çiçeğine dönüşmemek için, bazen istemesek de karşımızdaki için yaşamaya başlamışız.
Yaşın çok ilerisinde anlıyoruz ki yalnızlık bir bedel değil. Korkutan, üzen, yoran bir kalabalıkla yaşamaktansa, çoğumuz yalnız ama mis gibi kokan bir nergis olmayı tercih ederiz. Hâlâ varsa,
Harikalar Diyarındaki anılarımız bize karşılıksız eşlik eder.
Kendini sevmekten korkmanın en tehlikeli yeri, kendine acımak. Yaşaması en ağır duygu…. “Bunca yıl boşa yaşamışım, sadece yer işgal etmişim” demek. “Siz de bana acıyın ve üzerimden ilginizi eksik etmeyin” demek. İşte yaşamanın anlamını yitirdiği nokta, pişman, zayıf, karasız, geçmişi ve geleceği olmayan sadece bir “hiçlik” duygusu veren insan!
Peki nasıl oluyor da hem içerden hem dışardan mükemmel olan, gülmeyi ağlamayı bilen, çok seven ve sevilen bir yaratık olarak dünyaya geliyoruz ama sonunda yorgun, bitkin, mutsuz, huysuz insanlara dönüşüyoruz?
Çünkü kendimizi sevmek aklımıza gelmiyor. Değil nehirde yansımak, aynada bile kendimize tahammülümüz yok. İnsan kendini sevmeden başkasını sevmeyi nasıl bilebilir?
En son ne zaman sohbet ettiniz kendinizle? Ne zaman yemeğe çıkardınız? Sinemaya götürdünüz? Sadece kendi istediklerinizi yaptınız? Ne zamandı sahi, en son yanlızlıktan korkmadan yalnız kaldınız?
En önce kendinizi kucakladığınız bir hafta olsun.