Çok yakınımda konuşuyorlardı 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu ve annesi. Anne ile çocuk bir mevzuyu konuşuyorlarsa ve anne haklı olduğunu düşünüyorsa, genelde kimin duyup duymadığı önemli olmaz. Anne haklılığını, endişelerini, kızgınlığını ortaya döküp, bir fırça kaymadan olayı bitirmez.
Duyuyorum, anne dişlerini sıka sıka “ben sana dedimmm ama sen dinlemedinnn. Hiç mi kafan çalışmıyor mu seninnnn?” diyor.
Artık konu neyse, bilmiyorum ama genç kızın bakışlarında “hakkaten annem dediydi bak haklıymış” yoktu.
Veya, sonrasını bilmiyorum ama o an “affet annecim sen de ne kadar haklıymışsın” diye boynuna sarılmadı. Orda, o dakikada olan kocaman bir kendinden utanma duygusu, hatta suçluluk.
Ve bir daha bu suçluluğu yaşamamak için, ömür boyu haklı olma savaşı vermek.
Bu uğurda ne dostlar ne sevgiler kaybettik. Kimlerle küstük. “Çünkü ben haklıydım.”
E var mı bir madalyan falan? Veya arkandan “çok iyi insandır ve valla hep de haklıdır” diyen?
Çok fazla haklı insan tanıdım. Ettiği kavgada haklı, geldiği mevkide haklı, kırdığı kalplerde, hep haklı.
Ama hayatımda hiç bir insan tanımadım ki, “yok dinledim anladım meğerse ben değil o haklıymış” desin. Yapamıyoruz bunu.
Bazen gerçekten “anlattıkların karşındakinin anlayacağı kadar”. Yırtmışım, paralanmışım. Kendimi anlatmak için gözyaşı, dil her ne gerekiyorsa dökmüşüm, ama sonunda hep haksızmışım. Üzülen de kızan da incinen de benmişim ama nedense haksızmışım. Sonunda anlamışım ki, haksız olarak kalmanın da bir sakıncası yok.
Yanlışlıkla adım “haklı valla”ya çıksa bile, uğruna “yendiklerimin” kalbi kırılmış, benim için bundan acısı yok. Ömrümün sonuna kadar onların gönlünü almak için uğraşırım.
Gönül almak ise, insanlığın ihtiyacı olan tek ilaç. Ama öyle azar azar gönül alma olmaz. Birden bire en yüksek dozdan alacaksın ki o gönlü, mırın kırına vakit kalmasın. Alman gereken gönlü de zamana bırakmayacaksın. “Olur, zamanla unutulur ” girizgahı var ya, hayattaki en gereksiz, en onarılmaz özür. Zaman elbette herşeyin ilacı. Unutturur, hatta tamir eder. Ama senin etmen lazım. İşine gelmeyeni zamana bırakırsan, zaman da bir ara seni ağır yüklerle bırakıverir.
O yükler başkasına verilmiyor, bir omuz atıp paylaşılamıyor. Yumruk kadar olduğuna bakma, dünyanın en ağır yüküdür o. Acıtırsan daha da ağırlaşır. Kalp için haklı olup olmaman çok mühim değil. Ya onu en kısa zamanda tamir edersin ya da onun yüküyle dizlerin ağrıya ağrıya yaşarsın.
Ve kalbini kırdığın hiç bir canlıya da haklıyı haksızı anlatamazsın.
Anneye gelince, evladına niye kızıyor demek istemedim. Hayatın esecek sert rüzgarlarına karşı evladını uyarıyor, öğretiyor ki ona birşey olmasın. Ama ben herkes görsün bilsin istiyorum kelimelerin kalpteki gücünü. Hele ki en sevdiğinizden geliyorsa, o yıkıcı gücünü.
Sen saçının bir buklesinden, okuldaki başarılarına kadar an be an göklere çıkarsan da, onların hepsi kağıttan sözlerdir. Eğer onu onaylamadığını, gerçekten hatalı bulduğunu hissederse, o kağıttan sözler kül olur dağılır. Gerisi hep kalp kırıklığı.
Evliya değiliz, anne babayız, insanız. Korkumuza, endişemize yenilip sevgimiz adına kükreriz. Sevmeden olmayacağı gibi kızmadan da olmaz anne-babalık. Ama kızarken bile kırmamak da artık anne-baba olmanın başarısı olmalı. Çünkü o kalpler küçükse daha da hızlı kırılıyor.
Sevdiklerimizi bizim can yeleğimizken, sırf haklı olabilmek için bazen onları bile gözümüz görmüyor ya, ben bunu çok acımasız buluyorum. Sanki hergün onları görme garantimiz varmış gibi, vaktimizi kırarak harcıyoruz ya bazen, işte buna çok üzülüyorum. Biz zamanın değil de zaman bizim kıymetimizi bilmek zorundaymış gibi kibirli davranıyoruz ya, aklım almıyor.
Kazanmak için mücadele verirken, kaybettiğini farkediyor mu acaba kimse? Yoksa illa zamanın yüksek sesle geri sayarak hatırlatması mı gerekiyor?
Bunlar ütopik dünya talepleri biliyorum. Ama en azından bari birbirimizi üzersek, gönül almasını da bilsek, hayat da bayram olsa kim gitmek ister ki bu diyardan? Ben istemem.