İnsan, şu fani dünyada gereksiz olduğunu bile bile öyle şeylerin hesabını yapıyor ki… Hatta neredeyse bütün ömrünü onları elde etmek için harcıyor…
Para, mal, mülk, statü ve kariyer gibi…
Önce etrafımızı sarıp ve sonra da aniden bir sis misali ortadan kaybolan tüm bu şeyler için, “değer miydi?” sorusunu her şey bittiğinde sorabiliyoruz...
Keşke o soruyu en başında sorabilsek!...
Muhasebe biliminin temel denklemi “değer” üzerinedir…
İşletme bilançolarında sıralanan varlıkların hepsinin, bir kuruş da olsa mutlaka bir değeri olmak zorundadır. Aksi halde “varlık” sıfatını kaybederler…
Bir malı ne kadar yüksek fiyata satın alırsanız alın; şayet ona, miadını doldurana kadar herhangi bir müşteri talip olmazsa, değeri sıfıra iner ve otomatikman kayıttan düşer…
Başka bir ifadeyle; “değer” sizin tanımladığınız bir durum değildir… Sizin dışınızdaki diğer insanların tanımlayabildiği bir durumdur…
Elbette siz malınıza istediğiniz fiyatı biçebilir; istediğiniz etiketi yapıştırabilirsiniz… Fakat, biçtiğiniz fiyattan alıcı bulamadığınız takdirde, o fiyat asla bir değere dönüşmez!
Bu mantık çerçevesinde değerlenerek tanımlanan “varlıkların”, finansal varlık sayılabilmeleri için muhasebe bilimi ikinci bir koşul daha getirir…
Sahip olunan varlıkların hangi kaynaklarla temin edildiğini belgelerle açıklayamazsanız; “varlık” yine varlık olmaz!... Hiçbir kayda sokulmaz ve hiçbir hesaba yazılmaz…
Ticaretinize konu ettiğiniz her şeyin alenen açıklanabilir bir kaynağının olması şarttır…
Aksi durum “kayıt dışı” diye ifade edilir ve suç sayılır!...
Hayat muhasebesinin aslında işletme muhasebesinden bir farkı yoktur…
Kendi kendinize egonuzu şişirerek verdiğiniz değerler kayda geçmez, karşılık bulmaz…
Toplumun sizin davranışlarınıza biçtiği kıymetin hükmü vardır sadece…
Konumunuzu, statünüzü, malınızı, mülkünüzü hangi yollarla elde ettiğinizi açıklayamadığınız müddetçe yaşadığınız çevrede “saygınlık” ve “itibar” göremezsiniz…
Hep konuşulursunuz, hep tartışılırsınız…
Eskiler, “ömür bir sermayedir” der…
Yaşanan her gün o sermayeyi tüketir…
Kaybedilen para geri kazanılabilir ama geçen günlerin bir anı bile asla geri gelmez…
Zamanın paradan daha kıymetli olduğu gerçeği açıkça ortada iken, insanların para hırsına ömür sermayelerini pervasızca tüketmeleri çok acı…
Diyeceksiniz ki; “ömür eğer sermaye ise zaten bitecek; ha öyle bitmiş ha böyle ne fark eder ki?...”
Bu soruya yine muhasebe ilkeleriyle cevap vereyim…
Ticarette sermayenin bitmesi her zaman iflas doğurmaz!...
Piyasadaki itibarınız, kredi limitiniz, borç temin etme veya ortak bulabilme puanınız yeterli ise problem yok…
Dış kaynaklarla da yolunuza devam edebilirsiniz…
İşte bu yüzden, insanı öldükten sonra da kıymetlendiren yatırımları önemsemek lazım…
Kendi kibrini ve kendi egosunu “değer” zannederek yaşayanlar, öldükten sonra dükkanı da kapatmış olurlar…
Ama yaşarken toplum için yaptığınız yatırımlar varsa; o yatırımlar öldükten sonra da sizi “değerli” kılmaya ve “varlık” saymaya devam eder…
Bilim, teknoloji, yapay zeka veya tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin; karşımızda ezelden beri kusursuz işleyen bir sistem var…
Ve insanoğlu bu sistemin karşısında her zaman aciz!...
Ölüm denilen küçük kıyamet herkes için her zaman mutlak bir gerçek…
Hayatımızı cehenneme çeviren çıkar kavgaları, yalanlar, entrikalar, ihanetler, savaşlar, tecavüzler, zulüm ve gözyaşları bilançonun hangi kefesinde?
Dönemi kârla kapatan kim, zararla kapatan kim?
Ya da kendimizi neyle avutuyoruz, neyle kandırıyoruz?
- Karanlıkları toz pembe gösteren gözlüklerin…
- Yanı başımızdaki feryatları ve figanları bastıran ninnilerin…
- Acıyı ve zulmü unutturan uykuların bilançonuzdaki değeri ne?
Zaman hızla akıp gidiyor… İnansak da inanmasak da ansızın çıkacağımız dönüşü olmayan son bir yolculuk var önümüzde… Ve o yolculuğu kimsenin bir saniye bile erteleme şansı yok…
Söylesenize; kayda değer olmayan bir hayatı yaşamanın muhasebedeki yeri nerde?