Gazete yazarı sıfatıyla durumdan vazife çıkararak; neredeyse her makalede ülkemizin sorunlarına odaklanıyor ve yolunda gitmeyen işler hakkında sürekli yazıp çiziyoruz…

Bazı okuyucularımız da haklı olarak, “neden hep olumsuzlukları yazıyorsunuz, bu memlekete yapılan onca hizmeti niye görmüyorsunuz?” diye sitem ediyor…

Cevabım şu:

-          Gazetecilik başka, reklamcılık daha başka bir meslektir… Reklamcılıkta normal olan, istenir olan ve yolunda giden şeyler dikkate alınırken; gazetecilikte ise bunun tam tersine bir yaklaşım söz konusudur…

Basının; yasama, yürütme ve yargıdan sonra devletin dördüncü büyük gücü gibi hareket edebilmesi bu tutumu sergileyebilmesine bağlıdır…

Eğer bir gazeteci işini bu doğrultuda yapmıyorsa; o yaptığı işin adı gazetecilik değildir… O işin adı ya reklamcılıktır ya da yağcılık!...

Her mesleği hakkını vererek yapmak lazım…

Bir hekim hastasının sadece sakatlığını reçete eder… Onun sağlıklı ve iyi çalışan organlarıyla değil, sorunlu organlarıyla ilgilenir…

Bir hastalığı teşhis edene mi doktor diyeceğiz yoksa sağlıklı bir bünyeden söz edebilene mi?

Gazetecinin toplum içindeki pozisyonu da tıpkı böyledir…

Şimdi bu açıklamalar doğrultusunda, memleketimizde “kim gazetecilik yapıyor, kim yapmıyor” kolayca görebilirsiniz…

Memleket demişken; geçen hafta ailemle birlikte tatil niyetiyle bir Avrupa turuna katıldık…

Yunanistan’dan girdik, Bulgaristan’dan çıktık… Boydan boya İtalya’yı dolaşarak, Avusturya, Slovenya, Hırvatistan ve Sırbistan’ı ziyaret ettik...  Bari, Napoli, Roma, Vatikan, Verona, Milan, Floransa, Venedik, Zagreb, Belgrad gibi dünyaca ünlü şehirlerde tur attık…

Kişi başı 500 Avro’ya tam 9 gün gezdik tozduk…

Gezdiğimiz bu yedi ülkenin altısı da AB üyesi…

Bu satırları okudukça gıpta eden okuyucularıma önce şunu söyleyeyim:

Tur otobüsündeki 45 kişi seyahatin son gününde Türkiye sınırına girdiğimizde öyle bir coştu ki!...

O dönüş sevincini size nasıl tarif edebilirim bilmiyorum…

Yol arkadaşlarımızın istisnasız hepsi topraklarımıza adım attığımız anda bir oh çekti…

Her memleket kendi vatandaşına güzel!...

Kaldığımız otellerde turistlere yapılan ikinci sınıf insan muamelesi…

Açık açık “gelmeyelim” diye ekstradan alınan ayakbastı ve konaklama paraları…

Ücretsiz kullandırılmayan tuvaletler…

Türk turistler başta olmak üzere pek çok kişiye kapalı tutulan müzeler…

Bizim bütçemize göre aşırı pahalı sıradan yiyecek ve içecekler…

Elinizi cüzdanınıza yapıştıracak derecede yaşanan güvenlik ve asayiş sorunları…

Özellikle Roma ve Milano gezimizde şehrin en kalabalık ve en büyük meydanlarında burnumuzu sızlatan sidik kokularının sebebini sorduk rehbere…

-          Gün içinde onbinlerce ziyaretçi geldiği halde, sadece dört saat açık tutulan ve ücretsiz kullandırılmayan meydandaki tek tuvaleti gösterdi bize…

Sokağa işemekten başka çare bırakmamışlar pek çok kişiye!...

Üç kişi olarak girdiğiniz restoran ve kafelerde her üç kişi de sipariş vermezse kapı dışı ediyorlar adamı…

Anlayacağınız sadece harcadığınız para kadar değerlisiniz oralarda!...

Bu gerçeği size öyle hissettiriyorlar ki…

Bizim turistlere verdiğimiz kıymetle, onların turistlere verdiği kıymet arasında dağlar kadar fark var…

Tıp Fakültesinde okuyan ve bitirdikten sonra Avrupa’da çalışma hayalleri kuran kızıma gezi sonrası düşüncesini sordum…

-          Hayallerim suya düştü, dedi…

Çoğu şeyleri oralara göre noksan da olsa, insanın vatanı gibisi yok!...

İstedikleri parayı harcadığınız halde, sizi huzurlu hissettirmeyen topraklarda ne işiniz var?

Geziye dair son cümlem:

-          Ne kadar sorunu, eksiği ve problemi de olsa; memleketimin gözünü seveyim…