Dünya nimetlerine olan ihtiras ve düşkünlük konusunda Sait Faik; “Ölüm var arkadaş, ölüm!... Şu köşkün sahibi de ölecek, şu horoz da…” diyerek sitem etmiş geçmişte…
Bugün de Nevzat Tarhan; “insanlık tarihinde dünyacılığın ve egoizmin bu yaygın olduğu bir devir yok” sözüyle durumun geldiği noktayı hayretle içinde anlatıyor…
Kendisinden başkasını düşünmeme, hiç ölmeyecekmiş gibi davranma, ömrünün son günlerinde bile gücünün yettiği her şeyi ele geçirmeye çalışma hastalığı artık enfeksiyon haline gelmiş ve her yanı sarmış!...
İnsanlar; son çağın teknolojik oyuncaklarıyla, film ve eğlencelerle, öylesine uyutuluyor ki, ölüm gerçeği tamamen hafızalarımızdan çıkıyor…
Hatta birinin ölümüne şahit olmak bile, kişinin kendi ölüm gerçeğini hakkıyla hatırlamasına yetmiyor!...
Çünkü kapitalist düzen, tek dünyalı bir hayatı kutsuyor devamlı… Ve bütün beyinlerde hayat sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi algı yaratıyor…
Gerçekte olmayan bu tek dünya masalını, henüz aklı başında olan insanlar sorguluyor tabi ki…
Eğer tek bir dünya varsa, o zaman ölüm niye?
Gerçeği bildiği halde, hayat karşısında kendini sonsuzlaştırmaya çalışarak, o gerçekle çatışmayı göze alanlara Necip Fazıl şöyle hitap ediyor:
“Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!
Ver Allah’ım büyük sırrı elime;
Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.”
İyi ki ölüm var değil mi? Farkına varamasak da hayatı hepimiz için katlanır kılan o…
Bir zerre bile ölümsüzlük ihtimali olsaydı; mesela ölümsüzlük hakkı verilseydi birkaç kişiye…
Dünya kim bilir neye dönüşürdü veya nasıl bir yer olurdu?
Çiğ süt emdi insanoğlu…
İyi ki öyle bir ihtimal yok!...
Ölüm gerçeğini bildiğimiz halde; zenginlik, güzellik, güç ve statü öyle aldatıyor ki insanı… Elinizle gölgenizi tutabileceğinizi zannettiriyor size!...
Üstüne böbürlenmek, kibirlenmek de dahil… Hepsi kuru bir yalan! Hepsi sahte bir görüntü!...
Bu rüya her canlı için bir gün bitecek…
Ne görecek bir gözümüz, ne de söylenecek bir sözümüz kalacak geride…
Kuru bir yaprak gibi toprağa girip, çürüyeceğiz…
Şairin, “püf desen kopacak bir iplik” diye tanımladığı bu hayatı, sahiplik arzusuyla geçirmenin anlamı ne, faydası ne?
Hayatın eksikliği sadece kısalığı değildir… Anlamında ve adaletinde de noksanlık vardır… Aynı sonuca birileri ağlarken, birileri güler…
Birinin derdinin çözümü diğerinin çaresizliğine yol açar bazen!... İşte o vakit, ölüm daha anlamlı gelir insana… Ve şunu söyletir:
“Hayat, mayat diyorlar;
Benim gözüm mayatta.
Hayatın eksiği var;
Hayat eksik hayatta.”
Kendi varlık alanını ve kendi türünü suistimal eden tek canlı insandır…
İnsanın aklı, bu azgınlığı yapmaya kafi gelir ama hayatın sürüp giden akışını değiştirmeye (ona kader de diyebiliriz) ve sonunda vuku bulacak ölümü durdurmaya yeterli gelmez…
- Gönlüm uçmak isterken semavi ülkelere;/ Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere…
Bu çaresizlik karşısında, şairin de ifade ettiği gibi, insanoğlu fenomenolojik olarak kendini başka varlıklara dönüştürme sevdasına düşer…
Hayatın sıradanlaştıran yönünden kurtularak kendini ötelere taşımaya çalışır.
Ancak o hayat, insanı dünyaya öyle sıkı bağlar ki; ondan kurtulmak, sadece ölümün kollarına atılarak gerçekleşebilir!...
İnananlara göre, insana geçici olarak verilmiş kutsal bir emanettir hayat… İnsanın da emanete hıyanet etmeden kaderini yaşamaktan başka çaresi yoktur…
Ömür kısa da olsa, insanın ölümlü olduğunu asla hatırından çıkarmaması gerekir…
Latin edebiyatında bu konuyla ilgili yaşam terazisinin kefesine konan iki söz var:
Birincisi, “Carpe Diem” yani “anı yaşa…”
İkincisi, “Memento Mori” yani “ölümlü olduğunu unutma…”
Hayatı zorlaştırmanın manası yok…
Önemli olan, insanın ölümlü bir varlık olduğunu aklından ve gönlünden çıkarmadan, yine aklıyla ve gönlüyle “anı” yaşamasıdır…
Terazinin her iki kefesinin de hakkını verebildikten sonra mesele kalmıyor zaten…
Sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan kısaca her yönden sınırlarımız netleşiyor, haddimiz ve hukukumuz bir birini korumuş oluyor…
Bana göre, İslam terminolojisindeki “sırat köprüsü” metaforu da bunu anlatıyor…
Zira, ölüm korkusu, Allah korkusuna; Allah korkusu da hikmet kapısına götürüyor insanı…
Mühim olan, ifrat ve tefrite düşmeden, sadece “Carpe Diem” modunda değil, aynı anda “Memento Mori” modunda da yaşayabilmek…
İşte o zaman ne mutlu bize!...