Kameralar önünde kimse Kıbrıs’tan bahsetmedi.
Gazze’ye başbakanın yapacağı ziyaretin kışkırtma olup olmayacağı bile soruldu ABD dışişleri bakanına, sanki o karar veriyormuş gibi koskoca Türkiye başbakanının neyi yapıp neyi yapmayacağına, ama Kıbrıs sorulmadı…
Suriye’de politika değişikliği soruldu… ABD dışişleri bakanı “köşeye sıkıştırılıp” zorlanıp “tabii ki sonsuza kadar silah kullanmama siyasetimiz devam edecektir diyemem ama Suriye’ye silahlı müdahalede bulunabileceğimizle ilgili mesnetsiz atışları ben de basından takip ediyorum” dedirtildi…
Hatta, teamülleri bir tarafa bırakılarak Türkiye iç siyasetine bile girdi ABD dışişleri bakanı ve henüz Türklerin pek bilmediği ve endişeyle ama umutla izlediği son PKK açılımından dolayı Türk hükümetini ne kadar takdir ettiklerinden, memnun olduklarından bahsetti… Ama “dostum büyük âlim Ahmed Davutoğlu’nun Kıbrıs açılımını destekliyoruz” sözü çıkmadı bir türlü…
Sahi, konuşulmadı mı Kıbrıs hiç?
Dalga geçmeyelim. Kıbrıs konuşulmadan Türk (pardon) Türkiye dışişleri bakanının ikili veya çok taraflı temasta bulunması mümkün olmuş mu ki geçtiğimiz yarım asra yaklaşan dönemde?
Hani manşet atıyor ya gazeteci arkadaşlar, öyle en iri puntolardan, sür manşetlerden “Kıbrıs’ta çözüm yılı” falan diye. Eeh, serde de gazetecilik var, üstelik Kıbrıslıyız, dahası 20 yıla yakın bir gazetenin yönetimi ellerimize teslim edilmişti… Ben de çok attım o manşetlerden, ben diyeyim beş, siz deyin on, sayısını unuttum. Sonra uyandım, başladım dalga geçmeye.
Nasıl mı uyandım?
Yıllar önceydi. Bilmem bu günlerdeki magazin haberlerine takılıp herkes unuttu mu ama bir zamanlar müthiş bir Amerikan “sorun avcısı” vardı. İngilizce terimiyle “trouble shooter diplomat.” Müthiş bir adamdı doğrusu Richard Charles Albert Holbrooke. Eveet, tam da üstüne bastınız, o meşhur Dayton sürecinin mimarı; bir türü kuruluşu tamamlanamamış Bosna-Hersek’in kurulması anlaşmasını taraflara dayatan müthiş ABD diplomatı.
Dayton sonrasında bir ara Beyaz Saray da gaza gelmiş, “Hadi koçum çözsen çözsen sen çözersin bu lanet sorunu, haydi Kıbrıs’a” deyip tam yetkiyle ABD dışişleri bakanlığının bilmem kaçıncı Kıbrıs özel temsilcisi olarak atamıştı Holbrooke’u. Doğrusu ben yoktum Holbrooke adaya geldiğinde ve Başkan Rauf Denktaş tarafından kabul edildiğinde. Ama sonradan hikâyeyi dinledim, hem de ilk elden.
Holbrooke, uzun boyuyla ve taşıdığı unvanla olanca azametiyle girmiş Cumhurbaşkanlığı kabul salonuna. Denktaş’ın elini sıkmış ve daha kendisine bir yer gösterilmeden ayakta büyük bir ukalalık ile başlamış Kıbrıs sorununun ne kadar tırıvırı bir mesele olduğundan, çapsız siyasetçiler ve diplomatlar sebebiyle yıllardır çözülemediğinden falan bahsedip sözün özüne gelmiş: “Mr Denktaş” demiş “benim vaktim az. Bu meseleyi birkaç hafta içerisinde halledip size de tarihe isminizi kazımak imkânını vermeyi düşünüyorum.”
Başkan az biraz düşünmüş, durumu tartmış ama sonuçta “başlarım nezakete herif düpedüz kaşındı, kaşımak lazım” demiş ve girişmiş. “Mr. Holbrooke” demiş, “bakıyorum ayakta kaldınız. Sizi bir yere oturtmak lazım. Nereyi arzu edersiniz? Daha önce (Pantanaw) U Thant’ın oturduğu koltuğa mı, Hugo Gobi’nin oturduğu koltuğa mı, Kurt Waldheim’in oturduğu koltuğa mı? Yoksa size yeni bir koltuk mu getirtelim?”
Holbrooke mesajı gayet net anlamış. Birkaç ham hum lafından sonra müsaade istemiş ve gitmiş. Gidiş o gidiş, bir daha Kıbrıs sorunuyla da ilgilenmemiş. Zaten sanırım en kısa süreli ABD Kıbrıs özel temsilcisi oldu Holbrooke.
Yıllar sonra Annan Planı sürecinde ve arkasından da İkinci Cumhurbaşkanımız Mehmet Ali Talat göreve geldikten sonra her yıl moda olmuştu “Bu yıl Kıbrıs barış yılı olacak” sloganını kullanmak. Sonra “bu yıl olmadı, inşallah bu yıl” edebiyatı başlamış, sonra hayatın acı gerçeği, yani Rumların Kıbrıs Türklerinin şartsız teslimini öngörmeyen hiçbir çözümü istemedikleri realitesi olanca ağırlığıyla çöktü Kıbrıs Türkünün üzerine.
Bakmayın bugün Üçüncü Cumhurbaşkanımız Derviş Eroğlu’na verip veriştirdiğine, çözümsüzlükten dolayı suçladığına ikinci cumhurbaşkanımızın, en iyi o bilir Rum tarafındaki çözüm karşıtlığının ne kadar kronikleştiğini ve aynı zamanda çözüm gayretlerinin başarısızlığını Türk tarafına atmadaki uzmanlığı… Sanki tekrar göreve bir şekilde seçilse bir şey değişecek, yoldaşı Demetris Hristofyas ile yapamadığı yemeği muhafazakâr Nikos Anastasiades ile pişirebilecek? Siyaset acayip bir şey vesselam…
Eeee, şimdi John Kerry amcam Davutoğlu ile Kıbrıs’ı konuşmadı mı yani? Bu yıl da Kıbrıs’ta barış olmayacak mı yani? Yine bir kenarda unutuldu mu Kıbrıs yani?
Kıbrıs hiç unutulur mu? Kıbrıs görüşülmez olur mu? Elbette Kıbrıs konuşuldu. Haa, görüşme öncesinde yandaş medyada pompalanan “Kıbrıs Rum Kesimi'nin Akdeniz'de doğalgaz arama çalışmaları ile doğal zenginlikleri tek taraflı sahiplenme ısrarının bölgede yeni bir gerginliğe neden olacağı uyarısında bulunacağız” veya “iki devletli çözüm artık masada” gibi martavallara da inanmamak lazım. Onlar kamuoyuna açıklanmış, gideceği yere çoktan giden mesajlar. O seviyedeki görüşmede neye karşı neyin alınıp verileceği konuşulur, romantik mesaj teatisi değil.
Ama, uzun bir süredir Türkiye gizlice bir Kıbrıs açılımı hazırlığı yapmaktaydı. Su yüzüne çıkan kısmı bu buzulun şu anda fazla anlam ifade etmiyor. Ancak, gazla, iki devletli çözümle ve hatta bölgesel güvenlik yapılanmasıyla alakalı olduğu ve bu çalışmada ABD ve İngiltere ile dirsek temasında olunduğu açık.
Rumlar ekonomik kriz ve banka tıraşlamasıyla oldukça disipline edildiler; Kıbrıs Türkleri zaten mevcut durumdan bunalmış vaziyette… Yani her iki tarafta “sıtma gösterildi” şimdi “soğuk algınlığına razı edilme” dönemi başlayabilir.
Başlar mı? Yoksa bu beklenti de o sahte “barış yılı” başlıkları gibi solar gider bir halt olmaz mı?
Hele biraz bekleyelim, yakında kokusu çıkar.

(Star Kıbrıs'tan)