Yok… Yok… Herhangi bir Kıbrıs otelinde kumar falan oynanmasından, turizm deyince olayın kumara indirgenilmesinden bahsetmiyorum.
Oynanan kumar daha büyük… Kayıp da çok büyük olabilir,üstelik oynayanlar kaybedilmesinin çok büyük olasılık olduğunu, hatta neredeyse kesin olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Son zamanlarda Türkiye bazı acayip işlere bulaşmaya başladı Kıbrıs’la ilgili olarak. Gelen bazı istihbarı bilgiler ve yayınlanan bazı haberler Ankara’da Kıbrıs konusuyla uğraşan zevatın psikolojik ve zihni durumlarından şüphe en azından endişe duymamız gerektiğine işaret ediyor. Malum, 2002 sonrası dönemde çözüme endeksli, çözüm taraftarı bir siyasi yaklaşım hâkim olmuştu Ankara’da Kıbrıs siyasetine. “Çözümsüzlük de çözümdür” siyaseti rafa kaldırılmış, neredeyse romantik çocukların sokaklarda önünü ardını düşünmeden söyledikleri “en kötü çözüm çözümsüzlükten iyidir” tarzı bir söylem uygulanmaya başlanmıştı. Tabii çözüme endeksli bir siyaseti, ille de çözüm diyen bir siyasi ekibi alkışlamamak mümkün mü?
Sonra? Görüldü ki olmuyor, Rumlar çözüm falan istemiyor. Yavaşça Türkiye hükümeti de çark etmeye, hatta neredeyse “Çözüm olmuyor ise biz kendi çözümümüzü uygularız” gibi bir nevi “çözümsüzlük de çözümdür” noktasına tekrar avdet etmişti. Allah rahmet eylesin, bugün doğum gününü kutlayacağımız önderimiz Rauf R. Denktaş’a yapılan o büyük hıyanetin ne kadar afakî bir temele dayandığını görüyoruz hep birlikte. Nur içinde yatsın.
Kim ne derse desin, Türkiye ile Kıbrıs Türkü arasında enteresan ve nevi şahsına münhasır bir “anavatan” ile “yavruvatan” ilişkisi vardır. Kıbrıs Türkünün büyük bir çoğunluğu adada varılacak çözümün sadece Kıbrıs Türk beklentilerine, (güvenlik başta) ihtiyaçlarına cevap vermesinin yetmeyeceğini, Anavatan’ın da çıkarlarını gözetmesi gerektiğini söylemektedir. Şurası muhakkak ki Türkiye ve Türk desteği olmasaydı Kıbrıs Türkü adada çoktan ortadan kalkacak; Girit örneğinde olduğu gibi ya göç edecek ya da örnekleri Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde görüldüğü gibi toplu mezarlarda yok edileceklerdi.
Bugünün Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs’ta böyle olayların olmayacağına, olamayacağına inansak da Kıbrıs’ın yakın geçmişi bu denilenin bir korku senaryosu olmadığına şahittir. Vazife bu tür bir felaketin tekrar kapıyı çalamayacağı güvenlik ve garanti sistemleriyle donatılmış bir anlaşma yapmaktır. Mevcut durumda sürecin takıldığı ve bir türlü ilerleme sağlanılamayan konu da esasında budur. Rum tarafı hala daha sanki 1963 sonrasında Kıbrıs Türkü devletsiz kalmamış gibi tek egemenliğin tanımı yapılmadan, nasıl neşet ettiğini tarif etmeden kabul edilmesini, Kıbrıs Türklerinin “Kıbrıs milleti” denilen bir ucubenin “azınlık üyesi” olmayı kabul etmesini talep etmektedir. Rumların talebinin kabul edilemeyeceği ortada iken ve üstelik uluslar arası toplum bile Kıbrıs Türkünün talebinin haklı endişelerden kaynaklandığını teslim ederken bu konunun sulandırılmaması, hele hele Türk dışişleri tarafından baş üstünde tutulması gerekmez mi?
Aralarındaki çok özel ilişkiye rağmen Kıbrıs Türkünün sadece küçük bir azınlığı geleceği Türkiye ile birlikte olmada, Türkiye’nin parçası olmada görmektedir. Anavatan’a bütün bağlılığa ve Kıbrıs Türküne yaptığı katkılara duyulan tüm şükrana rağmen Kıbrıs Türkü ne Hatay olmayı, ne de Hatay formülünü sıcak karşılamamaktadır. Her ne kadar bugün Kıbrıs’a neredeyse Kıbrıs Türkü kadar Hataylı yerleşmişse ve adanın demografisi bozulmuşsa da Kıbrıs Türk halkı Türkiye’ye ilhakı istememektedir.
1963 sonrası dönemde ister gayrı-resmi, ister dolaylı ister doğrudan görüşmeler olsun Türkiye tüm süreçlerde Kıbrıs Türkünün hemen yanında, onu destekleyen, ona katkı koyan ama hiçbir zaman Rumla doğrudan görüşmeye girmeyen bir konumda oldu. Çoğu zaman öneriler Ankara’da hazırlandı ama her zaman (Annan planı döneminin başlangıcında Kurucu Cumhurbaşkanımız Denktaş’ı devre dışı bırakarak İstanbul-Cenevre temaslarıyla BM inisiyatifine doğrudan katkı koyulması hariç) Kıbrıs Türk heyetinin arkasında duruldu, ne önüne geçildi, ne bir kenara itildi.
Şimdi duyuyoruz ki BM özel temsilcisi Alexander Downer ve ekibi “bir son çaba” içindeymişler. Bu öneriyi önce Ankara’ya sonra adadaki iki tarafa götüreceklermiş. Ankara ne zamandan beri doğrudan taraf Kıbrıs meselesine? Olmuş gari!
Bu arada Ankara’daki muhterem zevat da yeni bir öneri yapmışlar o bir türlü yazılamayan ortak deklarasyon konusunda. Amaç çözüm değil yani, sadece Rum tarafındaki mevcut mantalite değişmedikçe çökmesi kaçınılmaz olan bir sürecin başlayabilmesi için ödün babında… Ne imiş? Adadaki ABD Elçiliğinin “kolaylaştırıcı hizmetleri” ile Rum tarafına sunulan öneride tek egemenliğin (yani nereden kaynaklandığı açıklanmadan, ayrı Kıbrıs Türk egemenliğinden bahsedilmeden) kabul edilebileceğini ama Rumların da varılacak anlaşmada 1960 güvenlik sisteminin, yani garantilerin devamını kabul etmesi istenmiş. Öneri tabii ki anında reddedilmiş ama bu ne hesapsızlık? Merak eden okusun Haravgi ve Filelefteros gazetelerinin 25 Ocak nüshalarında.
Tek egemenlik karşılığı garantilerin devamı… Ne kadar kulağa hoş geliyor. Ama bu öneriyi yapan beyzadeler farkındalar mı ki Rum tarafını adanın “tek meşru hükümeti” olarak kabul ediverdiler. Farkındalar mı ki adadaki Türk mevcudiyetini geri çekilme şartları konuşan işgal kuvveti statüsüne düşürdüler? Farkındalar mı ki Kıbrıs mücadelesinin temeli Kıbrıs Türk halkının Rum halkıyla eşitliği mücadelesi olduğunu ve bu temasla Kıbrıs Türk halkına ağır bir şamar atıp azınlık statüsüne soktuklarını?
Evet, sonuca endeksli girişimler, proaktif yaklaşımlar güzel de başarısızlığı neredeyse kesin olan, çökeceği biline biline böyle kumarlar oynamaya ne denir?
(Star Kıbrıs)