Düşünce tarihine bir baktığımızda; bilgi kaynaklarına şüphe ile yaklaşan bilim adamlarına bugün çok şey borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yaşadığımız tecrübeler sayesinde, duyularımızın bizi sık sık yanılgıya düşürdüğünü görmek, haliyle bu insanlar da şüphe uyandırıyor…

Duydukları şüphe onları, yeni bulgular elde etmek için derin araştırmalara doğru sürüklüyor…

Mesela; aynı rüzgâr karşısında bazı insanlar üşür ama bazı insanlar da üşümez… Üşüyenler rüzgârı soğuk olarak tanımlarken; üşümeyenler rüzgar için “soğuk” tabirini kullanmaz…

Geçmişte doğru kabul edilen birçok bilginin, bugün apaçık bir biçimde reddedildiği veya çürütüldüğü de ortadadır…

Bilim tarihi, bu bağlamda “bilimsel görüş mezarlığı” gibidir aslında…

Felsefede adına “septisizm” denilen şüphecilik akımı, günümüze kadar çok sayıda  yerleşik kanıyı ve inancı derinden sarsmıştır… Bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır.

Akımın öncüleri,  “Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey için birbirine tümüyle zıt iki söz söylenebilir” diyerek külli bir hakikatin var olmadığını, her insanın kendine ait kanaat ve düşünceler taşıdığını belirtirler.

Bu yaklaşım dini açıdan değerlendirildiğinde, dinin mutlak gerçeğini tebliğ etmek üzere “peygamber göndermenin” mantığı daha anlaşılır oluyor…

Zira her kafadan ayrı bir ses çıkaran insanoğlu, ilahi hakikatin etrafında başka türlü nasıl toplanabilecek?

Edindiğimiz çoğu bilginin kaynağı duyularımızdır.

Kişiden kişiye farklılık gösteren duyularla objektif bir gerçekliğe nasıl ulaşacağız?…

Zaman, mekân ve koşullar herkesi aynı şekilde etkilemiyor… Bünyelerde farklılıklar oluşuyor…

İnançlar mutlak teslimiyet ister… Vahiyler, kayıtsız ve şartsız kabul bekler…

Bilim ise; ister duyularla, ister akıl yoluyla edinilsin, her bilgiye kuşkuyla bakar… Onu “olasılık” pozisyonunda bekletir…

Bilginin doğru olup olmadığını anlamak için kullanılan ölçütlerin kendisi de mutlak güvenilir sayılmaz çünkü…

Şüphecilik, gerçekleri inkâr etmek demek değildir… Bu konuda olumlu ya da olumsuz kesin bir yargıya varmamak, demektir.

Ortaya kesin bir yargı konulduğunda, konuya ilişkin bütün arayış ve sorgulamalar sona erer.

Özellikle; varlık, tanrı ve ruh gibi temel kavramlara “mutlakıyet” mührü vurulup, bilim bu önemli alanlardan uzaklaştırıldığında, meydan tamamen ehliyetsiz kişilerin insafına terkedilmiş olur.

Ben şüphe konusunda, yukarıda fikirlerini özetlediğim septik filozoflar gibi değil de; şüpheciliği doğru ve kesin bilgiye ulaşmak için sadece bir araç veya yöntem olarak gören “Descartes” gibi düşünüyorum…

Yani “şüpheciliği” bir amaç haline getirmek, tüm çıkış yollarını kapatır… Her şeyden kuşku duyduğunuz bir ortamda ayaklarınız yere basamaz olur…

İnsan, kesin ve mutlak bir bilgiye tabi ki ulaşabilir… Sahip olduğu melekeler bunun için yeterlidir.

Ama bu melekeleri adeta bir yakıt gibi harekete geçiren şey de kuşkudur…

 

Bu sebeple; görerek, işiterek, dokunarak, koklayarak ve tadarak öğrendiğimiz tüm bilgilere kuşku ile yaklaşılması taraftarıyım…

Beş duyu organının hiçbir zaman kendisini yanıltmadığını iddia eden var mı aramızda?

Matematik ve fizik gibi akıl yürüterek edindiğimiz bilgilere gelince…

İster uykuda olayım, ister uyanık, iki artı üç her zaman beş edecektir, karenin dörtten fazla kenarı olmayacaktır.” diyen Descartes’in de belirttiği gibi bu bilgilerin kesinliği kanıtlanabilir… Bu alanda gerekmedikçe kuşkuya mahal yoktur…

Şimdi, “Sen sabahtan beri ne anlatıyorsun hocam?” diyeceksiniz…

Aslında anlatmak istediğim husus şu:

Bugün; din ve siyaset başta olmak üzere, sosyal hayatımızı dizayn eden disiplinlerin asırlar önceki bulgularına, “kesin bilgi” gözüyle bakıp; tüm muhalif görüşleri “tekfir” ettiğinizde,  herkese kapıları kapatarak çevrenizdeki yaşamın akışını durdurmuş olmuyor musunuz?

Dünyayı mahpushaneye çevirmeye ne hakkınız var?

Şimdiye  kadar doğru bildiğiniz bir şeyin, aslında ne kadar yanlış olduğunu  size anlatmaya çalışanlara, “kafir” gözüyle bakarak, hangi kaynakları kuruttuğunuzu göremiyor musunuz?

Duyu ve duygularınızla yarattığınız gerçeğin kesinliğine, -inanmanın da ötesinde- adeta tapınarak teslim olmanız, evrenin kendi gerçeğini değiştirebilir mi?

İzlediniz mi bilmem; Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın “Aslan Bacanak” diye güzel bir filmi var…

Mahallenin ağır abisi Metin’in kız kardeşine bizim haylaz Zeki aşık olmuştur…

Abisi kızı eve kilitleyince, Zeki’nin bacadan içeri girmekten başka çaresi kalmaz…

Tabi bu esnada çatılarda biraz fazla gürültü çıkınca mahalleli de olayın içine girer…

Fakat herkes Metin’in öfkesinden korktuğu için, durumu açık açık kendisine söyleyemez…

Gece tüm evlerin çatısında sesler duyulduğunu, bir hırsızın çatılarda dolaştığından şüphelendiklerini falan belirtip, Metin’den duruma müdahil olmasını isterler…

Mahallenin kabadayısı Metin’den cevap olarak o meşhur replik gelir:

  • “Kedidir kedi!...”

Ve mahalleli; Metin’i şüphelendirmeyi başaramadığı için, haylaz Zeki yüzünden uğradıkları onca zarar ve ziyana bir müddet daha katlanmak zorunda kalırlar…

Eğer toplumda, “Aslan Bacanak” filmindeki mahalleli gibi, çözüm melekelerine sahip olanları şüphelendirmeyi başaramazsak ya da onların şüphelenmelerine izin vermezsek, başımıza gelecek felaketlere biz nasıl katlanırız bilemiyorum…