İnsanoğlu, hayatını etkileyen şartları kontrol etme gayesiyle tarih boyunca bir takım mekanizmalar geliştirir ve örgütler  kurar.

İhtiyaçlar hiyerarşisine göre gelişen bu durum, nihayetinde adına “medeniyet” denilen bir yapıyı ortaya çıkarır.

Bu çabalar, birbiriyle kontak kurabilen coğrafyalar içinde geliştiği için; medeniyetler de adını doğduğu coğrafyaya göre alır.

Batı medeniyeti, doğu medeniyeti, Hint veya Çin medeniyeti gibi…

Coğrafya medeniyetin ana rahmi sayılır… Bilim ise babası!

Herhangi bir yerde bilimsel bir faaliyetin filizlenebilmesi; başka bir ifadeyle bilimsel geleneğin doğabilmesi için şu yedi tohumun hepsinin bir arada bulundurulması şarttır:

  • Toplum, düşünce, ahlak, eğitim, hukuk, iktisat ve siyaset...

Bu yedi ilkenin, temelden çatıya kat kat sıralanışı da şöyledir:

  • Ahlak, düşünce, eğitim, toplum, hukuk, siyaset, iktisat…

 Yani demek oluyor ki; “ahlak” her şeyin temelidir…

Ahlak olmadan bilim olmaz; düşünce gelişmez, toplum kurulmaz, medeniyet doğmaz!...

Bir medeniyette eğer ahlak zayıflamaya yüz tutmuş ise; bilimsel durağanlık başlar ve bu eğilim yavaş yavaş diğer kurumlara da sirayet eder.

Anlayacağınız, yozlaşan her kurum bir diğerinin yıkılmasına sebep olur… Sonunda bilimsel gelenek ölür, medeniyet böylece çöker!

Bu çöken binayı yeniden inşa edebilmek için, işe yine ahlaktan başlamak lazımdır…

Ahlaki temel onarılıp bilimsel vasatlık sağlanınca, hemen ardından diğer kurumların tadilatına geçilir…

Aktardığım açıklamalar ışığında ortaya çıkan bazı önermeleri şimdi özetleyelim:

  • Eğer ekonomi bozulmuşsa, kesinlikle bunu “siyaset” bozmuştur!
  • Eğer siyaset bozulmuşsa, bunun sebebi “adalet” anlayışında ortaya çıkan yozlaşmadır!
  • Eğer adalet anlayışı bozulmuşsa, nedeni,  “toplumu toplum yapan” değerlerin çürümesidir!
  • Eğer toplumsal değerler bozulmuşsa, bu işin faili en son uygulanan “eğitim” sistemidir!
  • Eğer eğitim sistemi bozulmuşsa, onun da sorumlusu “cehalete ve bağnazlığa” kapı açanlardır!

Düşünme, sorgulama, eleştirme ve kavram geliştirme, insanı diğer canlılardan ayıran en temel vasıflardır…

Bu ayrıcalıklar eğer bir insanın elinden alınmaya çalışılıyor ve istemediği halde başkalarının düşüncelerine itaat etmeye zorlanıyorsa; durumun adı tek kelime ile ahlaksızlıktır

Bilimi ve dolayısıyla medeniyeti geliştirecek olan yegane araç felsefedir…

Bilim, ancak felsefe ile yol alır; metotlarını da onunla belirler…

Felsefe ya da daha basit bir ifadeyle “nedensel düşünme” dediğimiz eylem, ahlaki gerekçelerle yapılır…

Şayet felsefe bir araba ise; ahlaki kurallar, etik standartlar da onun yakıtıdır!...

Demek istediğim; “ahlaksız düşünce” diye bir şey yoktur… Ortadaki şey ya düşüncedir, ya da ahlaksızlıktır!..

Bilimi felsefeden ayrı tutamadığımız  gibi,  toplumun en önemli değeri olan dini de felsefeden ayrı tutamayız!…

Aksi halde “ahlaksız din” diye bir şey ortaya çıkar...

Dini doğru anlayabilmek ve verilen ilahi mesajın derinliğini kavrayabilmek için zihni melekelerin ve felsefi metotların kullanılması şarttır…

Sadece “duygu” boyutunda kalan, akıl süzgecinden geçirilmeyen bir din,  mesajlarındaki asıl bütünlük ortaya çıkarılmayınca, ilerleyen zamanda çekişmelerin, sığ tartışmaların ve hatta çatışmaların kaynağı haline gelir… Ve bir çok kişinin hayatını da zehir eder…

Fakat o din, iyi anlatılır ve iyi içselleştirilirse, insanın hem bireysel hem de toplumsal hayatı için rahmet kaynağı olur…

İnsanoğlu dinin aslî özelliklerinden uzaklaştığı veya anlamaya yönelik düşünceler üretmeyi bıraktığı anda, bir geri dönüş başlatarak, “din-medeniyet-bilim” üçlüsünü kısır bir döngüye sokar.

Din, felsefe aracılığıyla akla ve fıtrata uygunluğunu devam ettiremediği anda medeniyetin de duraklamasına sebep olur…

Fanatizmi besleyen teokratik veya totaliter düzenler ile anarşistlerin hayallerindeki mutlak serbestlik öngören düzenler medeniyetlerin en büyük düşmanıdır…

Ne tekdüzelikle, ne de başıboşluk doğuran, kendini denetleme sorumluluğu içermeyen düzenlerle bir yere varamayız… Sorun çözemeyiz…

Evet, biz bir müslüman toplumuz…

Ama ne yazık ki; İslam felsefesini Gazali ile terk edip, onun mistik din anlayışını kabullendiğimizden bu yana iki yakamız bir araya gelmiyor!...

Neden” sorusunun peşinde olağanüstü düşünceler üreten, İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi filozoflarımız yalnızca Batı Medeniyetine yâr oldu…

Biz, “İçtihat kapısı kapandı” safsatasıyla onlara sırtımızı döndük…

Kur’ân’ın hemen hemen sekizde biri demek olan (750) kadar ayetin, insanları tabiatı araştırmaya, düşünmeye, aklı en iyi şekilde kullanmaya ve ilmî çalışmaları toplum hayatının bir parçası hâline getirmeye teşvik ettiğini hala görmüyoruz!...

İçinde yaşadığınız toplum size artık “ruhi tatmin” sağlamıyorsa  ve kalabalıklar içinde yalnız kaldığınızı hissediyorsanız; anlatmaya çalıştığım hastalık epey ilerlemiş; medeniyetiniz “ahlaksızlığa” mağlup olmuş ve düşünmekten tamamen uzaklaşmış demektir…

Ne diyebilirim ki başka?

Hepimize geçmiş olsun!...