Sevgili Okurlar,
Sizlere sıcak Londra günlerinden birinde yazıyorum.. Türkiye’deki yaz günlerini anımsatacak şekilde sıcak bir günün sonunda, çalışmaktan yorulmayı özlüyorum…
Tatilin en güzel yanlarından biri, kışın yorucu günlerinden sonra, ruhumuzu ve vücudumuzu dinlendirmek, açık havada vakit geçirip, doğa ile iç içe olarak, kendi doğamızı hissetme şansını yakalamak! Elbette tüm bunları yapabilmek bizi tekrar canlandırır, yaşama sevinci ile doldurur! Ruhumuzu dinlendirmek bizi adeta doğanın yeniden doğuşu gibi tekrar canlandırır!
Peki sonrasında ne olur? Tatilimiz ne kadar güzel geçse de bir süre sonra tıkanmışlık hissedebiliriz ve hatta dinlenme halinde olduğumuz zamanlarda bile yine içimiz kıpır kıpır olmaya başlar. Peki şimdi ne olacaktır?
İşte burada karşımıza yine hedef koymanın ne kadar önemli olduğu çıkmakta.. Bugün sizlere kendi hedefini, kendisini gerçekleştirmeye adamış bir yazardan bahsetmek istiyorum. Ailesine, bulunduğu ortama karşı çıkarak kendisi olma yolculuğunda yazarak üretebilmiş ve varlığını ispatlamış yaratıcı bir beyin var karşımda..
Geçen haftalarda, Piccadilly Circus’ta yürürken her zamanki gibi Waterstones isimli büyük kitapçıya girdim ve saatlerce kitapların arasında kayboldum. Yazın sıcak günlerinde, kendimce ruhumu dinlendirmek için güzel bir roman arıyordum kendime. Hatta belki biraz hafif, beni biraz gülümsetecek, hayatın neşeli taraflarını ön plana çıkaran! Ancak saatler sonunda kitapçının tüm katlarını iyice gezdikten sonra elimdeki roman, Christopher Ishwerood’un ‘Goodbye to Berlin’ isimli kitabı idi.. George Orwell’in ‘Tek cümle ile ustalıkla anlatılan gerçek kahramanlar’ şeklindeki yorumu beni cezbetmişti ve sevinçle yeni romanımı alarak yola koyuldum..
Daha sonraki 2 hafta içinde romanımı bitirmiştim ve Isherwood sayesinde bambaşka bir dünyayı öğrenmiş oldum. İşte bu dünyadan kısa bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum bu yazımda…
Isherwood, 1904 yılında İngiltere’nin kuzeyinde doğar. Maddi durumu iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Isherwood, Cambridge’deki eğitimini yarıda bırakır.. Babasını 1. Dünya Savaşında kaybetmiştir, erkek kardeşi ve annesi ile yaşamaktadır. Eğitimini yarıda bırakarak kendisini tanıyabilmeyi, içinde bulunduğu rahat dünyadan sıyrılarak, adeta kendisini önce kaybederek sonra bulmayı amaç edinir.. 1930’lu yıllarda Berlin’e giderek, orada İngilizce öğretmenliğine başlar ve Berlin’de kendisine bambaşka bir dünya yaratır.
‘Goodbye to Berlin’ isimli kitabında ise, 2. Dünya Savaşı öncesinde Berlin’de yaşayan, genellikle ekonomik olarak zorlanan kişilerin portrelerini kendi izlenimleri ile birleştirerek harikulade yalın bir şekilde okuyucuya sunuyor.
Dönemin Berlin’i Hitler başa geçmeden önce, ekonomik olarak zorlanan, yaşam standartlarının hayli düşmüş olduğu, eskiden ihtişam ve lüks içinde olan büyük evlerin odalarının ayrı ayrı kiraya verildiği, güzel genç kadınların para kazanmak için dönemin gece kulüplerinde şarkı söylemek zorunda kaldığı ancak yine de zarifliğini ve güzelliğini bozmadığı bir şehir olarak karşımıza çıkıyor. Isherwood, iste böyle bir ortamda, büyük bir evin tek bir odasını tutarak Berlin’deki yaşamına başlar. İngilizce öğrettiği kişilerin hayatından kesitleri bizlerle paylaşır.
Sally Bowles, Liza Minelli’nin Cabaret filmindeki kadın karakteridir, büyük bir mağaza olan Lauders’in sahibi varlıklı bir Musevi işadamıdır ve kızları Isherwood’un öğrencisi olur. Ev sahibi olan yaşlı bayan ise, 1. Dünya savaşı öncesinde büyük evinin keyfini çıkaran kibar bir Alman kadındır.
Tüm bu değişik karakterlerin içinde Isherwood kendisini, ruhunu ve cinsel kimliğini bulmak için uğraşır. Yazdığı günlükler, izlenimler her geçen gün kendisine daha çok yakınlaşmasını sağlar. Isherwood, kendi hızı ile kendi hedefine doğru ilerler…
Kitabın sayfaları, Berlin’in tasvirleri ile dolu ancak karakterler oldukça renkli bir şekilde ortamı süslüyorlar… Yazarın kendisi ise, arka planda ancak kahramanları harika bir üslupla tanımlamaya ve hayatlarından ilginç kareleri bizlere anlatmakta devam ediyor…Biz okuyuculara, sonraki kuşaklara adeta bir fotoğraf karesini betimliyor her sayfa ayrı ayrı..
Kitabımı coşku içinde bitiriyorum! Tarihin karanlık dönemlerinden birinin içinde gezintiye çıkıp gelmişim gibi hissediyorum. 1932 yıllarında Hitler’in başa geçmesiyle, Musevi işletmelerine boykotlar uygulamasını, meydanda kitapların yakılmasını, genç Almanların ekonomi iyileşecek düşüncesi ile Hitler’in partisini desteklemesini hepsini sanki hem kendi gözlerimle görüyorum, hem de adeta konuşulanları, yakarışları duyuyorum!
Kitabin sayfaları azalırken, düşüncelere dalmadan edemiyorum. Savaş, insanların birbirini yargılayıp, etiketlemeleri, sözel ve fiziksel şiddet! Bunlar bu dönemimizde değişti mi diye düşünüyorum! Cevap maalesef ortada!
Evet Isherwood, Berlin dönemi sonrasında da Amerika’ya yerleşerek hedeflerini gerçekleştirmiş ve tarihin bir dönemini de bizlere ulaştırmış oluyor ama ne yazık ki pek çok insanın hayatı hedeflerini, rüyalarını gerçekleştiremeden bitiyor! Evet Isherwood, kendi içinde barışmıştır, kendisini tamamen kabul edip, kendisi olma yolunda devam etmiştir ama ya pek çok diğerleri?
Kitabımı bitirirken , son sayfalarda iyice duygulanıyorum ve gözümden bir damla yaş akıyor, savaş süresince yaşananlar ve savaşı yaşayanlar işin!
Hepimize hedeflerimizi barış içinde gerçekleştirmek dileği ile güzel bir yaz tatili diliyorum.