Bir fabrika düşünün…
İçinde çok çalışan, az çalışan, çok becerikli, az becerikli onlarca işçi olsun…
Ve bunların hepsi oradaki yetkililerden kendine ayrıcalık istesin… İmtiyaz beklesin… Ödül veya terfi talep etsin…
Yöneticiler kimin dilekçesini değerlendirir sizce?
Tüm mesaisini işine verip, az maliyet çok fayda prensibine göre hareket eden, işyerini kendi işyeri gibi görüp verimli ve etkin bir şekilde çalışan; ama dilekçesinde yalvarıp yakarmadan sadece hakkını isteyeni mi?
Yoksa bunun tam tersine; işgal ettiği pozisyonda istenilen performansı veremeyen, çalışmaktan kaytaran, işyerine zarar veren, fazlasıyla sorun üreten; ama ötekinden daha fazla bir şekilde yöneticilere yağcılık yapıp, ağlayıp, sızlayıp yalvaranı mı?
Cevabı basit değil mi?
Kandil geceleri mevzusu her açıldığında, aklıma bu misal gelir…
Sen üstlenmiş olduğun sorumlulukları yerine getirmeyeceksin; ama sanki yerine getirmiş gibi yapıp, hiç hak etmediğin halde Allah’tan mükafat bekleyeceksin!...
Bu tür gecelerin hikmetini anlatan hoca efendiler, ne yazık ki ezberledikleri şablonun dışına pek çıkmıyorlar…
İslam’ın felsefesine uygun olmadığı halde, “şu kadar tespih, şu kadar salavat, şu kadar zikir, şu kadar namaz” deyip bitiriyorlar!...
Kur’an’da yeri olmadığı için bu iddialarını “sünnetle” açıklamaya çalışıyorlar!...
Fakat “hangi sünnet?” diye sormak lazım burada…
Bize rehberlik edecek, yol gösterecek olan sünnet;
- Sakal bırakmak, sarık sarmak, cübbe giymek, oturarak yemek, misvak kullanmak veya sürekli nafile kılmak mı?
- Ya da ziyaret etmek için birbirimizi çiğnediğimiz Sakal-ı Şerif, Hacerülesved veya Hırka-i Saadet mi?
Mantar gibi çoğalan mezhep ve tarikatlar eliyle, özellikle son iki yüzyılda, tüm kainatı evliya kerametleri ve anlamsız peygamber sünnetleri ile öyle doldurduk ki…
Kur’an-ı Kerim’den daha fazla kıymetlendirdiğimiz tefsir, ilmihal ve hadis kitaplarıyla ortaya bambaşka bir din çıkardık! Bu kitapların nasıl ve gerçekte kimler tarafından yazıldığını bile bilmeden…
Risaletin asıl evrensel ilkelerini bir kenara attık!.. Kur’an’ın uygulama metoduna, gerçek sünnetlere sırtımızı döndük… İslam’ın külliyatını bin bir hurafe ve iftira ile değiştirdik…
Her önüne gelen din adına oraya ekleme yapmaya devam ediyor!.. Sümük-ü şerif, deve sidiği, yanmaz kefen, okunmuş hurma, şifalı su vs...
Cehennemden kurtulmak, cennete kavuşup hurilerle buluşmak için kurdukları tezgahta ne ararsan var!...
Her haltı yiyip; daha sonra kuru kuru salavat getirerek, tespih çekerek, saç-sakal öperek, şeyhin postuna sürünerek paçayı kurtarmak gibi!...
- “Allah şekillerinize bakmaz; faydalı bir iş yapıp yapmadığınıza, kalbinize, vicdanınıza bakar” demesine rağmen bunun tam tersinde hareket edip; şekilciliği, kılık kıyafeti her şeyin önüne çıkaranlara ne demeli?...
- En değerli iki nimetin “sağlık ve zaman” olduğunu; “temizliğin de imandan geldiğini” belirtmesine rağmen; mide bulandıran, tiksindiren pis adetleri sünnet diye pazarlayanlara ne demeli?
- Akılla değil “nakil ve rivayetle” yol yürüyen; dünya ile ahiret arasında icat ettikleri “ruhlar aleminde” şefaat yetkisi verdikleri şeyhlerini Peygamberi de aşıp, Allah katına yüceltenlere ne demeli?
Kızı Fatma’ya, “Babanın peygamberliğine güvenme. Allah’a karşı vazifeni yap. Allah’ın rahmeti olmadan ben de bir şey yapamam” diye verilen öğütleri görmezlikten gelip; “velayet nübüvvetten üstündür” diyerek kendilerine “tövbeleri iptal etme” yetkisi verenlere ne demeli?
Gerçek sünnet, Hz. Peygamberin ahlakıdır. En güzel ahlaka ve yaradılışa sahip olan insan odur…
İbadetlerimizdeki eksikliği onun o güzel ahlakı tamamlar…
İbadet dediğimiz şey aslında, bu ahlaki duruşu temel alarak, günün 24 saatinde Allah rızasını kazanmak için çabalamak değil mi?
Ülfet ve muhabbet, nezaket ve zarafet, doğruluk ve dürüstlük, sevgi ve merhamet sünnetlerin en değerlisidir…
Aile ve çocuk sevgisi, tabiat ve hayvan sevgisi, doğanın düzenine saygı, insanlarla iyi geçinmek, yardımlaşmak ve dayanışmak, akrabalık ve komşuluk hakkı gözetmek de öyle…
Çalışmak, üretmek, kazanmak ve ihtiyaç dışındaki kazancı ihtiyaç sahiplerine dağıtmak…Alçak gönüllü olmak, kibirlenmemek, böbürlenmemek, tembellikten ve miskinlikten kaçınmak…
Kendi işini kendisi görmek, kimseye yük olmamak, yalandan dolandan, haksız kazançtan sakınmak…Paraya değil, emeğe değer vermek…
Bir kötülüğü önce eliyle, gücü yetmezse diliyle ve kalbiyle reddetmek…Zalimin karşısında mazlumu, kimliğine bakmadan haksızın karşısında haklıyı savunmak…
Etrafta sünnet arıyorsanız, işte gerçek sünnet bunlar!...
İslam’ın tek bir cümleyle izahını isteyenlere, “Allah’a iman edip, dosdoğru olmak” cevabını veren Peygamberimizin, aşağıdaki şu sözlerinin hepsi evrensel bir değerdir.
- “Sizin en hayırlınız, eşine karşı en iyi davranandır…
- Kimin elinde bir fidan varsa, kıyamet kopuyor olsa bile diksin!
- Tüm yeryüzü ümmetime mescit kılındı, mescitlerinizi temiz tutun…
- Zorlaştırmayın, kolaylaştırın; nefret ettirmeyin, müjdeleyin!
- Gerçek Müslüman, eliyle ve diliyle başkasına zarar vermeyen kimsedir…
- Siz yeryüzündeki canlılara merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin…
- Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir…
- Allah sizin dış görünüşünüze bakmaz; kalplerinize ve işlerinize bakar!
- İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır, çalışan ele cehennem ateşi değmez…
- Ben sizin kralınız değilim.. İçinizden biriyim. Kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum…
Arap toplumunun örf ve adetlerini sünnet olarak tanımlamak, işin özüne değil şekline kıymet vermek, kendisi de bizim gibi bir fani olan Peygamberimizi toplum için örnek olmaktan çıkarıp, mucizeler sarmalına sokmak, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi onu ilahlaştırmaya çalışmak, insanlığa ve Allah’a yapılabilecek en ağır hakarettir!...
Peygamberi sadece överek değil, öncelikle bu evrensel mesajlarını anlayarak ve bizi ilgilendiren davranışlarını model alarak yol alabiliriz…
Onu; dogmaların, efsanelerin ve mitlerin arasından kurtarıp, bulutlardan yere indirerek tekrar hayatımıza sokmak zorundayız…
Kur’an’daki Muhammed’i bulup ortaya çıkarmak, hakiki sünnet ile Kur’an’ı yeniden buluşturmak mecburiyetindeyiz.
Peygamberi doğru anlamadan, getirdiği dini de doğru anlayamayız…
Ümmetin bugünkü zillet ve miskinliğinin, geri kalmışlığının, cehaletinin, tefrikalarda boğulmasının nedeni bu değil midir?
Müslümanların yaşadığı coğrafya, dünyanın en zengin coğrafyası olmasına rağmen, kaderine neden yoksulluk düştü?
Ortadoğu’nun tam göbeğinde, sadece 9 milyon nüfuslu bir devlet, 1.5 milyar nüfuslu 50 ülkeye kan kusturuyor!
Şeytanı dışarda değil, nefsinizde arayınız! Bizi ahlaken çökerten şey, dış güçler falan değil; bizzat içimizdeki şeytandır!
Eğer şeytan taşlamak istiyorsanız, önce kendinizden başlayınız… Şehvet, gurur, kibir, bencillik, hırs, kin gibi şeytani dürtülerle içinizde yaşattığınız şeytandan!...
Azgınlık, taşkınlık, aşırılık, hile ve haksızlık halleri şeytanın en önemli göstergeleridir…
Hac yolculuğu nasip olursa ben de; şeytan taşlamak için Mina’ya değil, baykuş gibi Kabe’nin tepesine tünemiş Zemzem Tower’a gideceğim…Son model arabalar içinde, geceliğine bilmem kaç bin dolar verdikleri otellerde bir eli yağda, bir eli balda konaklayarak hacı olmaya çalışanları taşlayacağım orda…
Aklımızı, fikrimizi, duygumuzu esir alan, bizi şeytanlaştıran ne varsa, bütün hepsinden arınmadan hacı olunur mu?
Biz Allah’ın dinine yardım etmeden, Allah bize yardım eder mi?.. Dualarımızı samimi bulur mu?
Vazifesini hakkıyla yapmadığı halde, yalvarıp yakararak patronundan ödül bekleyen, yukarıda sözünü ettiğim işçilerden ne farkımız var?