Tiyatro tartışması hakkında iki yazı kaleme aldım. Yıllardır Şehir Tiyatroları'nda ya da Devlet Tiyatroları'nda dişe dokunur çok az sayıda oyunun sergilendiğini ifade ettim. Cumhuriyet rejiminin kanatları altında ve ideolojik desteğiyle büyütülmeye çalışılan tiyatro, heykel, bale gibi sanat alanlarında dünya çapında bir sanatçının ya çıkmadığını ya da çıksa bile bunun bir elin parmaklarını geçmediğini söyledim. Aynen ve hala sözümdeyim. Bu düşüncemde hiçbir değişiklik yok.
Ama aynı zamanda, 'muhafazakar sanat' kavramını fırsat bilerek "laikçi kesim sanatçı çıkaramadı da, dindar kesim çok mu çıkardı?" sorgulamasına da girmek gerektiğini düşündüm. Tam sormak üzereydim ki, Ayşe Böhürler'in geçtiğimiz Cumartesi Yeni Şafak'ta yayınlanan "Sancılı bir sanat" başlıklı yazısı geldi.
Böhürler, yine lafı eğip bükmeden söylemişti: "Muhafazakâr camianın bu meselede haklı olduğu taraflar elbette var. Ancak şimdiye kadar çok satan ilahi kasetleri dışında sanatı destekleme konusunda hatırlı bir sanat geçmişimiz olmadığı da ortada. Muhafazakâr sermaye sahiplerinin bu konudaki duyarsızlığına şahidim, hatta eminim. Bizim camiadan iyi sanatçı çıkmaz önyargıları en fazla onlarda var!"
Evet, çoğunlukla Kemalist-laikçi reflekslere sahip sanatçıların, halkı muasır medeniyetler seviyesine çıkarma politikasının bir sonucu olarak rejim tarafından 80 yıla yakın bir süre desteklendiği doğru. Bu destek pastasından, sanata gönül ve emek vermiş dindar-muhafazakar kesim mensuplarının tek bir dilim pay alamadığı da ortada. Tıpkı dindarların çocuklarının değil, rejim bekçilerinin çocuklarının devlet desteğiyle yurtdışında eğitim alabilmesi ve benzeri "imtiyazlar"dan faydalanılamadığı gibi...
Evet, bugün Türkiye'de sanat ve sanatçı dendiğinde, "Cumhuriyet mitingleri"ne katılıp, yeri geldiğinde "ordu göreve" diye pankart açabilecek bir tıyneti sahip, genellikle "Kemalist-sol" adlı ne idüğü belirsiz bir tandansa sahip ve "bu hükümet gitsin de nasıl giderse gitsin" şeklinde formüle edilebilecek bir siyasi sahip olan insanlar akla geliyor. Bugün başarılıdırlar ya da değildirler tartışmasına girecek değilim, ama Türkiye'de sanat onlardan soruluyor mu? Soruluyor efendim. Tartışma programlarına çıkıp, haksızken bile muhataplarına üstenci-kibirli-elitist gülümsemeler atmayı, laflar filan sokmayı en iyi onlar biliyor. Velhasıl dindarların sanatta esamesi okunmuyor.
Neden peki? Dindar kesim arasında "sanata kabiliyeti" olan tek bir adam çıkmadığından mı? Muhafazakarlar içinden, insanı-hayatı anlama yolunda ortak değer üretebilecek tek bir kişinin bulunamayacağından mı? Muhafazakarlığın yeni ve orijinal sanat anlayışını oluşturacak bir atmosfere engel bir durum teşkil etmesinden mi?
Hiçbiri değil. Dindar kesimlerin sanat alanında ortaya bir eser ya da isim koyamamış olmasında yüzyılı aşkın bir zamana yayılan preslenmeyle oluşan ortak özgüvensizliğin payı var. Ama ondan da çok, dindarların birbirini küçümsemesinin payı var.
Bu ülkede onyıllardır "Anadolu sermayesi" diye bir gerçek var. Ama bakın o sermayeye, İKSV'nin –İKSV'yi desteklemesinler demiyorum, kendinden olana sırt çevirmekten bahsediyorum- Film, Tiyatro, Müzik Festivali'ne büyük paralar vererek destek olurlar ama, dindar kimliğiyle tanınan bir yönetmeni kovmaktan beter ederler. Tiyatrocu deseniz, Ayşe Böhürler'in sözkonusu yazısında zikrettiği isimler (Hasan Nail Canat, Ulvi Alacakaptan, İbrahim Sadri) dışında bir isim hatırlamak için hafızayı zorlamak gerektiğini biliyorum. Bu insanların hayatın bakın, tiyatroyu seçmek demek geçim sıkıntısı çekmeyi baştan göze almakla eşanlamlı ve bir tür deliliktir üstelik. Muhafazakar sermaye olduğu bilinen anlı şanlı şirketler, -renk ve koku belli etmeyecek hangi iştigal alanı varsa- pek çok sanat ve spor etkinliğine destek verirler ama mevzubahis dindarlar olduğunda anında yan çizerler.
Örtülü eşinden, sünnet-i seniye olan sakalından, gümüş yüzüğünden utanmak da bunun bir başka versiyonudur. "Okur, izleyici profilimiz kaldırmıyor" diyerek yayın organlarında örtülü kadınları ya da dini kimliğini ifade etmekten çekinmeyen erkekleri çalıştırmazlar. Çalıştırdıklarını da ya ederinden az vererek vitrin gerisine itelerler ya da yaptıkları iyiliği (!) "bizim kurumumuz dışında başka yerde iş bulamazsın" diyerek başa kakarlar.
Bunu neden yaparlar? 1 - Çünkü muhafazakar sanatçılara destek olmak demek, kendini ele vermek demektir. Örtülü eşinden utanmayan bir Genel Başkan'a sahip olan AK Parti'nin yüzde 50 oyla iktidarda olduğu 2012 yılında bile bu risk gözlerine hoş gözükmez. 2 – Kendine geçmişi hatırlatan her şeyden nefret eden sonradan görmelerin psikolojisine sahiptirler. Bir zamanlar içinde bulundukları halin, bir benzerini karşılarında görmeye tahammül edemezler. 3 – Cumhuriyet rejiminin tezlerini onlar da en az laikçiler kadar içselleştirmiştir: Presentabl olmak ancak açmak ve dahi saçmakla mümkündür; ilericilik ve çağdaşlık ancak ladini bir görüntüye sahip olmakla elde edilebilir.
Ezcümle dindarlar arasında elbette sanatçı da mevcut, sanat yapıtı da... Sinemada, tiyatroda, müzikte, geleneksel sanatlarda ve edebiyatta... Ancak dindarların önderlik ettiği, tarihin akışına paralel bir sanat damarının oluşmasından, viraj niteliği taşıyan bir akımdan sözedemiyorsak, bunu sorumlusu dindar sanatçılar değildir.
Bunu sorumlusu, dindarların hiçbir eylem ve edimini "görmeyen" rejim politikaları olduğu kadar, o sanatçıyı geçim sıkıntısıyla baş başa bırakan yeşil sermayedir, o sanatçının yapıtlarına itibar etmeyen sanat kamuoyudur, o sanatçıya "boş işlerle" uğraştığını söyleyerek ya da ima ederek müstehzi gülümsemeler fırlatan ortak dindar algısıdır. Oysa, ekonomik gelişmişlikle kültür sanat alanındaki gelişmişlik doğru orantılı değilse orada bir sorun vardır ve bu sorunun yolu dosdoğru "mücahit müteahhit"liğe ve benzeri oksimoronlara çıkmaktadır. Keşke bilselerdi...
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)