İstatistiklerde dünyada yaklaşık 1,5 milyar İnternet kullanıcısı olduğu belirtiliyor. Yaklaşık 7 milyarlık nüfus düşünülürse, geriye kalan 5,5 milyar nüfus ne yapıyor?

Bize bakacak olursak, biz İnternet olmadan yaşayamaz hale geldik. Türkiye’de 2010 yılı verilerine göre İnternet’i yaklaşık 30 milyon kişi kullanıyor. Bu sayı daha da artacak. En azından düşmeyeceği kesin!

Artan sosyal medya araçları ile de hayatımızın neredeyse tümü İnternet’te... Ancak hala eksiklikler var. Hala tüm dünya kullanabilir ya da kullanıyor durumda değil. Buna rağmen biz, sınırlı çerçevede de olsa, çoğumuzun kullandığını düşünerek paylaşımda en etkin noktadayız İnternet sayesinde.

 

Bildiğimiz her şeyi paylaşıyor, bilemezsek İnternetten bakıyor, sonrasında yine paylaşıyoruz. İnsan beyninin alamayacağı kadar bilgi mevcut. “Turing Makinesi” yavaş yavaş kendisini gösteriyor. (Turing makinesi insan aklı ile yarışabilecek makineye verilen isim) Bir insan her şeyi bilemez ne de olsa. Ama teknoloji buna yanıt veriyor. “İnsan gibi düşünen bir makine” olabileceği olgusu, ürkütücü görünse de gelecekte hayatımızda yer alacak gibi görünüyor.

 

Alfred Joseph Hitchcock’un, 1935 yılı yapımı filmi olan “39 Basamak” geldi aklıma. Orada her şeyi hafızasında tutan, her soruya doğru cevap verebileceğini iddia eden bir adam; bir lokalde şov yapıyor, para kazanıyordu. “Google gibi adam!” dedim kendi kendime. İnsanlar, üste para verip bilgileri sorguluyor.

 

Ya Google? O da her şeyi biliyor mu? Biliyor. Bulmayı bildikten sonra gerisi çocuk oyuncağı. Gözümle görmesem inanmazdım. “Google’da gördüm” “orada var”; “her şey var”; “varsa inanırım”. Her şeyin tarifi mevcut; görsel, işitsel, dokunsal… Tadından yenmiyor.   Oraya gelmedik henüz ya dur bakalım, ne olacak dizinin sonu

 

Yaz, Google’a ne arıyorsan, ne istiyorsan ara, çıksın. Bir bilmece sorsak? Mesela, “Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane” desek çıkarır mı bir şeyler?

Denemeliyim. Bakalım, eğer doğru cevabı bilebilirse bu yazıdan bu örneği silmeliyim. Denedim, çıkmadı. Henüz “Nar!” diyemedi. Ben de bir an için doğru cevabı bileceğine inandırmıştım kendimi. Bunun yanında, nar gibi kızarmış tavuk yemekleri veya narla yapılan diğer benzer yemek tarifleri, bu isimdeki firmaların reklamları gelir sanmıştım bir an için. Neyse ama bilmece olduğunu anladı. Artık daha da zeki(!) Seslendiğimizde de duyabiliyor.

 

Neyse ki, bilmeceler, bulmacalar ve bildirmeceler yerinde duruyor. Hala sorabileceğimiz, düşünmeye zorlanacağımız ve yanıtından emin olamayacağımız soruların olması ne güzel... Gizemi seviyoruz. Ben, çoktan bu denli ilerlemiş olmamızdan korkuyordum. İçim biraz rahatladı galiba.

 

Peki, herkes her şeyi bildiğinde ne olacak?

 

Cahillik ortadan kalkacak mı? İnternet cehaleti yok eder mi? Asıl soru bu. Yoksa hepimiz daha mı cahil oluyoruz. Günden güne öğrenmekten daha fazla mı vazgeçiyoruz. Böyle söyleyince korktum bir an. Güçlü bir iddia mı olurdu bu? Neyse henüz olmuş değil. Yakında olacak gibi. İhtimal ki olmayabilir. “Gibi” edatının rahatlatıcı olasılığına sıkışıp kalmış durumdayız. Bir gömleğin fiyatının 69,90 TL olması gibi bir şey. 70 TL değil henüz ya. Rahatlatıcı...

 

Sonucu kabullendim. Yakındı ama değildi. Rahatladım kadın içgüdülerimle.

 

Bilgelik, bilginin gücü, bilgiye saygı, ve diğer ahlaki kavramlar… Bunlar ne olacak? Mesela, profesörlere ne olacak?  Yahut ukalalık, kibir, ego… Ya da cahiller üzerinden “ekmek yiyenler” ne olacak? Korkumun sebebi budur. “Bildiğiniz gibi…” ile başlayan cümle girizgahları bitiyor mu? Gerek yok bakmaya- biliyormuşuz. Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp. Onun için “Nete” bağlı kalacağız. Kafamız da bir gün hep bağlı olacak mı İnternete?

 

Şimdi ne kadar çok araştırırsan İnternet’te (gezersen) o kadar biliyorsun demek oluyor. Bu durum, tembelliği alışkanlık haline getirdi. Fikren hep bağlı olma arzusundayız.“nasılsa oradan bakarım”. İçimizden geçirdiğimiz “nasılsa bakarım” sesi;  o ikna edici tembel ses, sürüklüyor adeta. Bilgiye duyduğumuz inanç ve güven zayıfladı. Araçlara güven arttı.

 Beraberinde mutsuzluğu da tetikledi. Bilmenin verdiği acı, anlama ve anlamlaştırmayı zorlar hale geldi. Devekuşunun kafasını kuma gömmesi gibi kafamızı bilgisayara gömüyoruz. Verilerle boğuşuyoruz.

 

Merak ettiğimiz bir şeyi çağrıştıracak bir şey yazıyoruz ve binlerce veri çıkıyor ortaya. Birini seçiyor ve kendimizce değerlendiriyoruz. Verilerin çokluğu, öğrenmemizi negatif mi etkiliyor? Bir yandan da bilgiye kolay erişebilme durumu, İnternetin varlığı, öğrenme arzumuzu mu körüklüyor?

 

Yoksa sadece bilmek mi derdimiz çabasız bir faaliyette.

 

Bilgiler gerektiği kadar mı aktarılıyor? Doğruluğu nedir, gerçek midir? Yeter midir, yeterli midir? Ölçemiyoruz da.

 

Asıl bilgi olan, kişinin kendisinde içselleştirdiği kısımdır. Bu durum da diğer sorgulamaları anlamsız hale getiriyor. Cahil olma ve olmama gibi bir önerme değişim yaratmıyor.

 

Sosyal mesafelerimiz küçüldü. “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” dediğimizde, tanıdık tanımadık herkes biliyor canınızın sıkıntısını. “six degrees of separation” dedikleri bu olsa gerek. Dünya üzerindeki herhangi iki kişinin birbirine sadece altı kademe uzaklıkta olması düşüncesi artık şaşırtıcı değil. Sosyal ağlarla tanıdıklarımızın dışında asla tanışamayacağımız kişilere rahatlıkla ulaşıyoruz. “Sen kimlerdesin yeğenim?” lafı gereksizleşti.

 

Bilmek, öğrenmek için çaba ve kararlılıkla çalışmak gerekmektedir.

 

İnternet’inizin çalışma ve bağlantı hızı yeterli ise sorun yok bu durumda. “Aklıselim” sahibi olmanın karşılığı yoktur. Ya bilmemek? Daha iyi, rahat- kafam rahat diyorsanız cahillikte bir çeşit huzur var o da bir gerçek. “Aman cahilden sakın, bilgiye sığın” diye bir laf vardı eskiden. Sakınacak kimse kalmadı mı yoksa daha da mı arttı bilemiyorum. Neyse İnternet’e girer bakarım sonra; var mı yok mu görürüz.

 

Kaçamayız artık, dışında kalamayız. Olan oldu. Her şey çözüldü sanki. Bir yere bağlı olmak güzel -bağımlılıktan söz edecek olursak. Varsın böyle olsun. Bağlı olacaksam böyle olayım. Dünya bağlı bana daha ne diyelim? Elimin altında: Tek tuş, tıkır tıkır, tek hamleyle bağlanırım, kime ne?

 

Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ökçeler” adlı romanı vardır. Batı hayranı olduğunu, giydiği yüksek topuklu ayakkabılarla anlatan kadın tiplemede hanım, kendi köşkünde olup bitenden habersiz, mutlu mesut yaşamaktadır. Yüksek topuklu ayakkabılarıyla evde tıkır tıkır ses yaparak dolaşmaktadır. Çalışanları, hanımın ayakkabı seslerini duyar duymaz kendilerine çekidüzen verir. Her şey güzel görünmektedir hanıma. Ne zaman ki hastalığı nedeniyle topuklu ayakkabılarından vazgeçer hanım, ancak o zaman hizmetçilerinin ve yanında çalışanlarının yaptıklarından haberdar olur. Ve sonunda tekrar yüksek topuklu ayakkabılarını giymeye başlar. Artık olup biten şeyleri bilmemesi, eski mutluluğunu geri getirmiştir hanıma…

 

Dünyanın geri kalan nüfusu daha mı mutludur acaba? Teknolojiden uzak, dünyadan bihaber ne yapıyorlar? “Yarın yağmur yağacak, bacaklarım çok ağrıyor da oradan biliyorum” diyen bilge kişi yaşıyor mu oralarda?

 

Mutlu olmak için basit yaşamak gerekiyormuş. Bunun anlamı, bazı şeylerin yokluğunu tercih etmek demek oluyormuş.

 

Hiçbir zaman yıkılmayan, bozulmayan ama asla dokunamadığımız şey nedir? Bilmecenin yanıtı “kurallar”dır. Ancak kurallarımız da değişmenin ve gelişmenin dışında kalmıyor. Cahillik ise, yine kendi döngüsü içinde var olmaya devam edecek gibi görünüyor.