“Büyüme” ve “kalkınma” kavramları bir arada kullanıldığında; sanki aynı anlamdaymış veya aynı şeyi açıklıyormuş gibi algılanır…
Halbuki her ikisinin de birbirinden farklı manaları vardır…
Sözgelimi ekonomik büyüme, bir ülkenin belli bir zaman dilimi içindeki toplam üretiminden kaynaklı gayri safi milli gelir artışını ifade eder…
Bu artış, bir önceki döneme göre ne ölçüde daha fazla mal ve hizmet üretimi yapıldığının da bir göstergesidir…
Tespit edilen rakamı ülke nüfusuna böldüğünüzde, kişi başına düşen milli gelire ulaşır; ülkenizin diğer ülkelere göre zengin mi, yoksa fakir mi olduğunu da net bir şekilde öğrenirsiniz…
Hazine ve Maliye Bakanımız geçen hafta yaptığı açıklamada, yıllık milli gelirimizin 1 trilyon 158 milyar dolara ulaştığını söyledi…
Hem de faizin ve enflasyonun ortalıkta cirit attığı böyle bir kriz döneminde!...
Önemli midir? Elbette önemlidir…
Çünkü söylediği rakamı 84 milyonluk ülke nüfusuna böldüğümüzde, kişi başına düşen yıllık gelirin 13 bin 786 dolar ettiğini görürüz…
Yani Türk parasıyla ifade edersek, yediden yetmişe her bir vatandaşımızın payına yıllık 442 bin, aylık olarak da 37 bin lira düşüyor demek!…
Maliye Bakanının açıkladığı rakam, Türkiye’nin aslında hiç de fakir bir ülke olmadığını gösteriyor!..
Eğer bu rakamlar yanlış değilse; şu anda dört kişilik bir ailenin aylık 148 bin lira milli gelir ortalaması var…
Lafın kısası; bugün memlekette görünen manzara şu:
- Ülke zengin; ama millet fakir!...
Büyüme ile kalkınmanın aynı şey olmadığını, Türk halkı bizzat tecrübe ederek öğreniyor…
Zira kazandığımız ekonomik büyüme; ne daha yüksek bir yaşam standardı, ne de sosyal bir refah sağlıyor!...
Artış, sadece mutlu bir azınlığı sevindiriyor!...
Gelir dağılımındaki adaletsizlik giderilemeyince “kalkınma” mümkün olmaz…
Kalkınma mümkün olmayınca da, o büyüme “sürdürülebilir” bir büyümeye dönüşmez!...
“Kalkınma” kavramı “büyüme” kavramından daha kapsamlıdır…
İnsanların yaşam kalitesinin, eğitim düzeyinin, sağlık hizmetlerine erişiminin, eşitliğin ve kişisel özgürlüklerin iyileştirilmesini içerir…
Bunun yanında, çevresel sürdürülebilirlik ve gelecek nesillerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak kaynakların akıllıca kullanılması konusu da kalkınmaya dahildir…
İktisadi açıdan birbirini tamamlar gibi görünen bu iki kavramın Ülkemiz özelinde birbirinden habersiz yürüyebildiğine de şahit olduk…
Normalde ekonomik büyüme, her zaman kalkınmanın olmazsa olmaz bir parçası olarak kabul edilir…
Daha büyük kalkınma hedeflerine ulaşmak için, kaynakların genişlemesi ve daha yüksek gelir elde edilmesi gerekir…
Ancak, eşitsizlik, yoksulluk ve çevresel tahribat gibi sorunlar sadece milli gelir artışıyla değil; aynı zamanda sosyal politikalar ve sürdürülebilir yaklaşımlarla birlikte de ele alınmalıdır.
Türkiye’miz maalesef bugün, büyümüş ama kalkınamamış ülkeler sınıfındadır…
Dünyanın en yüksek büyüme hızına sahip devletlerinden biriyiz…
İlginçtir; Birinci Dünya Savaşının başladığı 1914 yılında da, Osmanlı Devleti dünyanın en büyük 17. ekonomisine sahipti… Şu anda 2024 yılı itibariyle aynı sıralamada 20.yiz!...
Fakat “kalkınma” noktasında tam tersine bir durum var…
Olağanüstü olarak nitelendireceğimiz bu büyüme, acaba toplumsal kalkınmaya ve sosyal refaha niçin dönüşmüyor?
Yüksek ekonomik büyüme oranlarına rağmen insani gelişmişliğimiz, fırsat eşitliği ve çevresel sürdürülebilirlik çıtamız hayli yetersiz…
Bunun yanında, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yolsuzluk, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerine erişimde yaşadığımız ciddi sorunlar, temel insan haklarını ve özgürlükleri hala tartışma konusu yapıyor olmamız…
Hepsi yeterli derecede “kalkınamamış olmamızın” ayrı birer göstergesi!...
Bu durum, kalkınmanın sadece ekonomik büyümeyle değil, aynı zamanda sosyal adalet ve kaynakların adil dağılımıyla da ilgili olduğu gerçeğini haykırıyor…
Ama duymak isteyene!...
Toplumsal kalkınmada; eğitim, sağlık, altyapı, yolsuzlukla mücadele, hukukun üstünlüğü ve sosyal politikalar gibi faktörlerin hepsinin büyük bir önemi vardır…
Ülkemizin temel sorunu büyüme değil, kalkınmadır…
Yaşadığımız coğrafyanın kendi özgün koşulları, tarihimiz, kültürümüz ve milli profilimiz dikkate alınmadan inşa edilen politik yapılarla, yürütülen stratejilerle, kurduğumuz küresel ilişkilerle, karmaşık ve düzensiz olarak işlettiğimiz kalkınma hamleleriyle, işin kitabına göre hareket etmeden nasıl yol alacağız bilmiyorum!...
Kalkınma ve büyüme eş zamanlı ilerlemedikten sonra açıklanan rakamların kimseye bir faydası yok!...
Başımızdaki devlet, çocuğunu sürekli “büyüdün artık…” diye kakışlayan baba gibi!...
Fakat millet de, duruma itiraz eden çocuk misali, “nimet” yerine “külfet” getiren bir büyümeyi asla kabul etmiyor, bilesiniz!...