Gerek Birinci Dünya Savaşı’nda, gerekse Milli Mücadele döneminde kahramanlıkları ile ün salan Giresunlulara, ne yazık ki, Giresunlular bile gerektiği kadar sahip çıkmıyor…
Şimdiye kadar, Meclis kürsüsünde konuşma yapıp; Osman Ağa’nın itibarını isteyen kaç milletvekilimiz oldu?
Hüseyin Avni Alparslan’ı çocuklarımıza ne kadar tanıtabildik?
Hatta, bırakın çocukları, sokakta “Giresunluyum” diye gezen yüz kişiden kaç tanesi tanıyor kendisini?
42. ve 47. Gönüllü Alayların mücadelesini unutturmamak için özel olarak ne yaptık?
Onların hatırasını kaç kitapta, kaç filmde, kaç belgeselde ölümsüzleştirdik?
Giresun’un dağları, taşları, yaylaları ve köyleri şehit mezarları ile dolu!
Kaderine terk edilmiş o mezarlara kaç vali, kaç kaymakam, kaç belediye başkanı, kaç siyasetçi ilgi gösterdi?
1916’daki Rus işgaline karşı, halkın başlattığı olağanüstü kahramanlıklarla dolu direnişin hikayesi, şayet ABD’li yapımcılarda olsaydı; o hikayelerden kim bilir kaç tane oskarlık film çekilirdi?
Diğer insanlara laf yetiştirmeden önce kendimize bir dönüp bakmamız lazım…
Niye böyleyiz anlamıyorum…
Bugünkü huzuru ve bugünkü konforu bedava bulmadık…
Bunların bedelini o kahramanlar, kanıyla ve canıyla ödedi!...
Hem de gönüllü olarak ve bir saniye bile tereddüt etmeden!...
Bizzat şahit olduğum şu hadiseyle, sizlere, o büyük insanların neleri başardığını bir kez daha hatırlatmak istiyorum:
1992 yılı yazında Polatlı'da, Sakarya Savaşı'nın yapıldığı gerçek mekanlarda, TRT "Kurtuluş" dizisinin çekimlerine başlamıştı...
O sırada, Ankara'nın Çubuk ilçesinde yedek subay olarak askerlik vazifemi yapıyordum...
Tugay Komutanlığı beni, dizi filmin çekimleri için, figüran olarak oynamak üzere, 80 askerimle birlikte Polatlı'ya gönderdi...
Yanımdaki askerlerin ihtiyaçlarını Kızılay'ın karşılayacağını, prodüksiyonun her sorunla ilgileneceğini söylediler...
Geldiğimiz günün akşamında, uyku tulumlarını ve kamp çadırını yanlarında getiren askerlerime Polatlı'da gösterilen mekanda çadır kurdurttum... Kızılay gecikmiş, bölgeye henüz intikal etmemişti...
Bulunduğumuz alanda bizden başka yaklaşık iki bin asker daha vardı... Belli ki hepsi savaş sahnelerinde figüran olarak görev yapacaktı...
Kızılay gelmeyince, askerlerime sırt çantalarında bulunan konserveleri yemelerini söyledim...
İlk öğünü ağlaya sızlaya konserveleri ile geçiştiren askerler, kurdukları çadırın içinde o gece bir türlü uyuyamadı... Börtü böcekten rahatsız oldu... Tabi beni de uyutmadılar... Dertleri, şikayetleri bitmek bilmedi...
Sabah olunca kahvaltılık olarak yine kalan konservelerini yemeleri söyledim…Ama bu emir askerin pek hoşuna gitmedi... Neredeyse isyan bayrağını açacaklardı...
Saat 11.00'e doğru Kızılay kamyonları geldi Allah'tan... Hemen mutfakları, büyük konaklama çadırlarını, tuvalet ve banyoları kurdular. Saat 12.30 gibi tüm askerlere sıcak yemek verdiler... Ben de bir oh çektim...
Film sahneleri gerçeğe en uygun şekilde çekiliyordu... Günler bile aynı güne denk getiriliyordu...
28 Ağustos günü yapılan çekimler daha bir hassastı ve zordu. Mangaltepe'deki taarruz için ikindi vaktine kadar provalar yapıldı...
Öğle yemeği olarak hazır kumanya ile idare ediyorduk... Bölgede içecek su, çeşme falan yoktu... Yakın köylerden traktör üzerinde bidonlarla taşınıyordu... Tabi binlerce askere bidonla dağıtılan su pek yetmiyordu... O nedenle su dağıtımında izdiham yaşıyorduk...
Yönetmen Ziya Öztan, provalardan sonra, benim gibi takım komutanı olan asteğmen ve teğmenleri yanına çağırdı... Çekecekleri sahnenin, filmin en önemli savaş sahnesi olduğunu, günlerce hazırlık yapıldığını, patlayıcı malzemelerin yetersiz olduğunu, sahne tekrarı yapma şanslarının olmadığını söyleyerek askerlerimizin çekim esnasında hata yapmamaları istedi...
Yapmamız gerekenleri tek tek anlattı...
O güne kadar; yedi defa el değiştiren Mangaltepe savaşlarında hangi birliğin savaştığını ve komutanının kim olduğunu bilmiyordum...
Sahne şöyle:
Yunan topçuları ve makineli tüfekçileri tepelerde korunaklı siperlere yerleşmiş… Türk birliği, karşı tepeden başlayarak koşa koşa üzerlerine gelip taarruz edecek!... Mermi kalmamış... Mermisi olmayan askere süngü ve kama bıçağı kullanılması emredilmiş...
Düşmanın topuna ve makineli tüfeklerine karşı çoğu askerimizin elinde sadece süngü ve bıçak...
Yönetmenin anonsu ile "iki buçuk dakika" sürecek çekim başladı... Ama tam o anda başıma korkunç bir şey geldi:
Taarruz sahnesini çeken askerler, tam o anda, sete yaklaşan traktörün üzerindeki su bidonlarının parladığını görünce siperlere değil, traktöre doğru koşmaya başladı!...
...
Bunun büyük bir felaket olacağını fark ederek, belimdeki "Kırıkkale tabancamı" çıkarıp, bir iki el havaya ateş ettim... Traktöre koşan askerlere dönüp, "suya gideni gerçekten vururum; herkes yukarıya siperlere koşacak" dedim...
Gerçekten ateş edeceğimi düşündüler herhalde... Suya gitmekten vazgeçip zorla sahneyi tamamladılar!... Ben de büyük bir korku atlatmış oldum...
…
Mangaltepe sahnesinin çekildiği o günün akşamında set görevlileriyle sohbet ederken, başımdan geçeni anlattım:
- “Bugünün gerçek askeri bunlar, savaşın filmini bile çekmekte zorlanıyorlar” dedim... Körfez Savaşına katılırsak işimiz bayağı zor olacak diye de sitem ettim…
Ekipten biri nerelisin diye sordu, Giresun'luyum deyince etrafına dönüp, "aa tesadüfe bak" deyince şaşırdım... Tesadüfün ne olduğunu sordum…
"Nasıl yani bilmiyor musun, Mangaltepe'yi" dedi bana... “Hayır bilmiyorum” dedim.
“Kardeşim sizin atalarınızdı Mangaltepe'dekiler. Çoğu Giresun’luydu… Onlar, “ölerek kazandılar bu savaşı” dediler!...
Büyük Taarruz'un en kilit noktasının Mangaltepe hattı olduğunu maalesef o zaman öğrendim…
Ve o taarruzda neredeyse alayının tamamıyla birlikte şehit düşen Yarbay Hüseyin Avni Alparslan’ı da!...
…
Nasıl utandığımı size anlatamam...
Süngü ve bıçakla, topa-tüfeğe karşı kazanılan müthiş bir zafer...
İşte o zafer, 42. Giresun Gönüllü Alayının muhteşem Mangaltepe Zaferi!...
Ruhları şad, mekanları cennet olsun...
Onların mücadelesini küçümseyen, Atatürk'e ve Osman Ağa gibi kahramanlara pervasızca hakaret eden nankörler etrafta cirit atıyor…
Sessizliğimizin onları nasıl cesaretlendirdiğinin farkında bile değiliz!…
Kahramanlarımızın hukukunu korumak adına, üzerimize düşen çoğu vazifeyi yapamadık…Vefalı olamadık…
Bu vebal bize yeter!...