Bu yazıda sizlere kendimden bahsedeceğim. Yazdıklarım belki size çok sade gelecek, belki de yüreğinizde herhangi bir anlam taşımayacak. Sadece şunu biliyorum ki, bu yazıyı okuduğunuzda ben hayatta olmayacağım. Emin olun..


Benim adım Deniz Olgun, Van Ercişte, babam, annem ve 9 kardeşimle birlikte yaşıyorum. Henüz 7 yaşında ve birçok insana göre özür/lü sayılan, bedensel engelli bir çocuğum.

Annemi, babamı, kardeşlerimi ve yaşamayı çok seviyorum. Hayat doluyum aslında. Üzerime titreyen bir annem, beni çok seven bir babam var. Her an yanımda beni mutlu etmek için çabalayan 9 kardeşimle, kendimi çok şanslı hissediyorum. Belki fakiriz, belki gönül zengini, ama en önemlisi de ne biliyor musunuz? Biz; küçücük evimizde, hep birlikte ve kocaman bir aileyiz.

Doğuda yaşamak suç değilse eğer size göre, ben Ercişte doğdum ve orada öleceğim. Ne Türklüğüm, nede Kürtlüğümle, sadece insanlığımla övünürüm. Bana insan olmayı bahşeden Rabbime, sonsuz kere hamdolsun.

Biliyor musunuz? Ben doya doya oyunlar oynayamadım, bisiklete hiç binemedim mesela.. Belki en büyük hayalim koşmak olacaktı, belki de hemşire olacak, kurtaracaktım insanları. Yada “umut” olacaktım diyar diyar gezen, düşenin elinden tutan, yetimin başını okşayan, gözlerden akan yaşları silen. Ama ben hayallerimi bile kuramadım, hep biraz daha büyümeyi , hep biraz umut eli, hep biraz barış bekledim.

Geçenlerde yine çatışmalar oldu, insanlar öldü, anneler ağladı. Mesela ben, en dayanamadığım şeydi annemim ağlaması. Eminim ki, O’nun için de en dayanılmaz acı bensiz kalmak olurdu. Ama kalmamalıydı, insanlık ve yardımlaşmak ölmediydi daha, can değerliydi ve tüm Türkiye tek yürekti. Cana can katacak yürekler, kan’a dur diyecek bilekler vardı. Var(dı) elbet..

23 Ekim Pazar günü, rüya gibi bir sabaha açtım gözlerimi. Sanki herşey buğulu bir gündoğumunu anımsatıyordu. Herşey normaldi ama, içimde bir sıkıntı vardı beni bunaltan, çocuktum, engelliydim ya, canım sıkıldı sandım öylece durmaktan. Zaman ilerledi derken, bir gürültü, bir serzeniş geldi topraktan. Evimiz, evlerimiz yıkıldı darmadağan. Ne olduğunu tam anlamamıştım, panik halindeydi annem, kendimizi bir anda dışarıda bulduk. Depremle birlikte, heryer yerlebir olmuş, canlar yitirilmişti. Neyse, tuzumuz kuru değildi ama, ölenle ölünmüyordu. Biz yaşamalıydık, depremin öldürmediği ben yaşamalıydım!

Bazı devlet büyüklerimiz geldi, bizlere sözler verdiler. Televizyonlar, tüm Türkiyenin yardım için seferber olduğunu yayınladı. Evet, insanlık ölmemişti ve bende ölmeyecektim... İnandım. Babam tüm çabalarına karşı, bize gelen yardımlar arasından hakkımız olan çadırı temin edemedi.

Soğuk en acıtan haliyle Ercişi vurdu, kar yağdı. Babam çareyi naylondan bir çadır yapmakta buldu. Sizin sıcacık evlerinize hiç benzemiyor bizim çadır evimiz. Dünyanın en sıcak annesinin kollarında olsam da, artık çok fazla üşüyorum. Siz, kaloriferli evlerinizde, sıcak çaylarınızı yudumlayarak, bizim haberimizi seyrederken, ben tir tir titriyorum.

Hani tüm Türkiye seferber olmuştu yardım için? Neden bize de ulaşmadı? Neden hiçbir yardımsever misafir olarak, bir gecesini benim naylon çadırımda geçirmedi? Nerede bu yardımlar? Neden ben hala üşüyorum?..

Nihayetinde, engelli olan bedenim mecalsiz kaldı. Soğuk acıtıyor, hemde çok fazla. Göz kapaklarım ağırlaştı, bedenim uyuştu, sadece annemin yüreğinden dökülen gözyaşlarını hissedebiliyorum. Hepsi bu. Ve ben ölüyorum... Keşke.. keşke sesimi ben ölmeden önce duysaydınız da “umut” yaşasaydı ve yüreğiniz naylon kalmasaydı.
 

Devamı...

Mahşerde...