Geriye doğru bakıp hiç saydık mı acaba, kaç yıldır gerçek manada kucaklaşıp bayramlaşamayan bir toplum olduğumuzu? Kaç zamandır şu veya bu nedenle birbirimizden nefret ediyoruz? Kaç vakittir düşman olduk komşumuzla, kardeşimizle? Kaç nesildir öldürüyoruz birbirimizi? Kaç yüzyıldır kan davasındayız? Kaç ömürdür bu nefret, bu öfke, bu intikam? Hiç bitmez mi? Kader midir, lanet mi bu cehennem sıcağında yaşamaya müptela olmuş hallerimiz?
Bayramlarda sevdiklerini kaybetmiş olanların duygularını düşünürüm çokça. Elini öpmeye gidebilecekleri bir büyükleri, neşeyle bayram sofrasında buluşacak akrabaları, doyasıya sarılacak evlatları olmayan insanlar ne hissederler merak ederim. En çok bayramda hissedilmez mi eksik kalma duygusu, yitirilmiş bir evladın kokusu?
Kaç evlat yitirdik yüzyıllardır nefret savaşlarında sayan var mı? Kaç anne baba eksik kaldı yıllar yılı? Kaç bayramı heder ettik, kaç ruhu zehirledik? Bayramlar neden bayram gibi gelmiyor asırlardır? Daha ne kadar sürecek bu lanet?
İşin kötüsü artık bu kan ve gözyaşına bağımlı hale gelmiş olmamız.
Gözümüzü açıp da bulduğumuz, bilebildiğimiz tek yaşam formumuz bu.
Örneğin ben sol-sağ çatışmaları döneminde büyüdüm. Gencecik insanların birbirini öldürdüğü, mahallelerin kurtarılmış bölge ilan edildiği, liselerin, üniversitelerin ideolojik kamplara dönüştürüldüğü yıllardı o zamanlar. Anneler babalar çocukları sağ salim eve dönsün diye kapılarda bekler, her dönüş bir şükürle karşılanırdı. Her gün kaç insan öldü diye istatistik veriler yayınlanırdı gazetelerde. Birinci sayfanın alt köşesi sanki ölüm ilan yeri gibiydi. Kısaca çok öldüğümüz, çok öldürdüğümüz yıllardı. O günlerde hayatını kaybedenler eğer yaşasalardı torunlarına bayram harçlığı veriyor olacaklardı muhtemelen. O gün eksik kalan anneler, babalar evlatlarıyla birlikte yaşlanma fırsatını bulacaklardı.
Bayramlar bayram olacaktı yani. Fazla karmaşık bir şeylerden söz etmiyorum. Birileri ölmese, birileri öldürmese hep birlikte bayramlaşacaktık, sadece o kadar. Biz o sevinci birbirimizin elinden aldık, hala da almaya devam ediyoruz. Ölümle o kadar içli dışlı hale geldik ki, artık sorgulamıyoruz; olur ya bu kan bitse yerine ne koyacağız bilemiyoruz. Asırlardır hiç huzurlu bayramlara uyanmadık ki, onu talep bile edemiyoruz. Kanıksadık, aynı yolda yürüyoruz.
Yine zor bir bayram bu bayram. Yine eksiğiz, eksilmeye devam ediyoruz.
50.000 kayıp verdiğimiz bir kardeş kavgasının gölgesinde bayramlaşıyor, kucaklaşamıyoruz. Müptelası olunan bir kavga ortamının kibirli kalabalıklarına 'bu böyle gitmez' diyemiyoruz. Vurmayı vuruşmayı bu denli içselleştirmiş muhafızların kutsallarına dokunamıyoruz. 'Yanlışsınız' diye gür bir sesle haykıramıyoruz.
İşte böyle geliyor ve geçiyor bizim bayramlarımız. Evlatsız, torunsuz, eşsiz, sevgilisiz kutlanıyor on binlerce evde bu bayram. Eksiğiz ve eksik kalmaya devam ediyoruz. Ve bu lanet, yani kendi kaderimize aşık olduk maalesef. Vaktiyle bir bayram yazısında Jean Paul Sartre'ın çok sevdiğim bir sözünü kullanmıştım. 'İnsan kendisinden ne üretirse ondan ibarettir' diyordu üstat. Aynen öyle.
Bir toplum da kendisinden ne üretiyorsa ondan ibaret. Şu açık: Eğer bu topraklarda başka bir şey üretemiyorsak, bundan ibaretiz. Peki, kendimizden memnun muyuz? Sanmıyorum. Değiştirebilir miyiz?
Sanıyorum. Önce niyet edelim ve şöyle candan bir kucaklaşalım, bayramlaşalım. Bayramımız bayram olsun.
(Akşam gazetesinden alınmıştır)