Çamaşır makinesi kireç tutunca dünyası başına yıkılan kadını, saçı kepek olunca güveni zedelenen adamı, bez yüzünden altı ıslanınca uyuyamayan çocuğu izlemek iyiydi de nerden geldik kamu spotlarına. İnsanda moral bırakmıyor. Son günlerde sayıları arttı. Bana göre her şey çocukların yatma saati ile başladı. Başlangıçta bilgilendirici, bilinçlendirici derken korkutucu olmaya doğru gitti. Hemen hemen her konuda kamu reklamı yapılmakta ve her fırsatta yayınlanmakta.
Reklamların, toplumun “hedonist” ihtiyaçlara yanıt vermesinde araç olarak kullanıldığını biliyoruz. Ürün ve hizmetlerin sağladığı fayda; reklamlar aracılığıyla temel ihtiyaçlarımızın karşılanması dışında, duygusal yönden de bizi tatmin ediyor. Tencerelerimizin yağı temizleniyor, mutlu oluyor; yıkandığımız sabunla rahatlıyor, kullandığımız arabayla başarı elde ediyor, “adam” oluyorduk. Giydiğimiz lekesiz çamaşırlar da üstüne kaymak oluyordu. Sorunlarımıza reklamlar aracılığıyla güzel çözümler üretiyorduk.
Hep renkli, güzel müzikli reklam olmaz ki değil mi? Biraz da toplumsal olgularla ilgilenelim. Kamu spot reklamları bunun için yapılmaya başlandı herhalde.
Gerçi bu durum bilmemkimin Facebook’da ki ilişki durumunun değişmesinden daha fazla ilgimizi çekmiyor. Komik videolara bilinen özlü sözlere “like” yapılmaması kadar bile “hislenmiyor”, etkilenmiyoruz düşüncesindeyim. Dakika geçmiyor ki bakıyorsunuz çayımızı koyup başka konudan bahsetmeye başlayıvermişiz.
“Vicdanım sızlıyor” deyip de harekete geçtiğimiz olmuştur. Vicdan kendi içimizde hesaplaşmayı sağlar. Kalpten inanmak, kalpten dinlemek, anlamak vicdanla gelen bir şeydir. Ancak vicdan her zaman hareket etmez etmek istemez. Günümüz şartlarına uyum sağlamıştır. Keyfine göre davranır. Pencerelerini kapatır duymazlıktan gelir, sessizleşir. Tahtında uyumayı tercih eder. Televizyonda olup bitenleri izlerken duyarsızca bakakalmamız bundandır.
“Son dakika” haberlerinin yüreğimizi hoplattığı zamanlar geride kaldı. Vicdan dengeler duygularımızı. Lakin tansiyon da var kalp çarpıntısıyla beraber; böyle olunca kanal değiştirmek fiziksel dengeyi sağlar. Hemen vücut eski sakinliğine döner. O kadar şey, o kadar hızlı oluyor, olup da bitiyor ki artık duyarsızlaşmamak elde değil. Ama çok kafa yormamak gerekir bunun için de “akla zarar kurabiye” yemek, “tutkularla yaşamak” yeterli gibi geliyor.
Kamu reklamları ve bazı ürün reklamları kişilerin iç dünyasından ilham alınarak yapılıyor. Öyle ki bireylerin zihinsel ve ruhsal değerlerinin derinliklerine kadar iniliyor. Ve böyle bir durumda “vicdan, merhamet” gibi unsurlar devreye giriyor. Bu durum “yarar sağlayacak” kodlamasıyla, ahlaki bir pusula yönlendirilmesiyle veriliyor. Bir miktar otoriter tahrik, rahatsız edici bir şartlanma yaratıyor.
“Vicdan” tüketim kültürü içinde teşvik edici bir öğe olarak ele alınıyor. Daha iyi bir yaşam, daha iyi bir toplum, daha iyi bir anne, daha iyi bir baba ve insan olma düzeyine erişme yollarının benimsenmesi için sağlanan ortam, kişinin bu yöndeki güdülerini ya da güdülenme araçlarını hesaba katıp, devreye sokarak yapılıyor. İdeal ve ileri toplum olma arzusunun devlet veya bazı markalar tarafından “vicdan muhasebesi” halinde dile getirilmesi sıradan bir hal almış durumda.
Yürek burkan, vicdanınızla sizi yalnız bırakan ama ürün verileriyle, güdülemeleriyle dolu reklamlar… Ertelediğimiz duygular; duygusal açlığınız ürünlerle betimlenerek hatırlatılıyor. İçinize işliyor. “Beyaz ötesi beyazlık” gibi bir şey sanırım.
Tamamen insani gibi görünen ve ürüne yaslanılarak sunulan bu reklamlar insanı savunmasız bırakıyor.
Ahlaki yargılamalarla ters yüz oluyoruz, bir an için sağduyumuzu ya kaybediyoruz ya da kazanıyoruz. “Bu ürünü de yersen dünyayı bile yönetirsin” o duruma gelecek neredeyse.
İngiltere’de bir malt içeceği reklamında çok daha belirgin bir vicdan unsuru kullanılır. Taksi şoförü müşterilerini dolandırmaktadır ve reklamda şoförün geceleri nasıl vicdanı sızlamadan rahat uyuyabildiği sorgulanmaktadır. Yanıt elbette ki malt içeceğinde gizlidir:
http://www.youtube.com/watch?v=mDxsYHOGbkY
Kamu veya diğer reklamlardaki yaratıcılığı tartışmıyorum.
Daha “iyi” bir toplum olmak; daha zengin, kalkınmış, iç ve dış dünyasıyla hür, sevgi dolu, sağlıklı bir toplum olmak anlamına mı geliyor? Daha medeni mi olacağız böylece?
Bazı Arap ülkelerinde de televizyonda yayınlanan “Be Merciful” adı altında birçok kamu reklam yayınlanıyor. “Hizmetçilerinize, eşinize (kadın) çocuğunuza iyi davranın” temalı reklamlar bunlar:
http://www.youtube.com/watch?v=p_1ILy-qcjw
Kamu reklamları zengin ülkelerde de oluyor. Bir bakıma, sanki toplumdan topluma değişen bir konu da değil bu mesele. Kamu vicdanı, her toplumda, her düzeyde hatırlatılması gereken bir şey demek ki. Zenginleştikçe medeniyetleşen, medeniyetleştikçe ‘iyi’ olan bir toplum çok inandırıcı gelmiyor. Zenginlikle, medeniyetle alakası yok. “ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ironisi de zaten halen tartışmaya açık.
William Golding’in 1954 yılında yazdığı Sineklerin Tanrısı” romanında olduğu gibi insanların medeniyetten uzaklaştıkça ilkelleştiği ya da ilkelleşebileceği kurgusunu günümüz için bir kez daha düşünmek gerekir.
Bu soyut meseleler insanoğlu var olduğundan beri tartışılan; var olduğu sürece de çeşitli araçlarla hatırlatılan bir olgu olacak kalacak. Bunun için hangi araç kullanılırsa kullanılsın, bizde içimizde var olan bazı insani boşluklarımızı doldurmaya özlemle hazır olacağız.