Suskular...
Öyle sanıldığı gibi küsmüşlükleri, kırılmışlıkları, uzaklaşmaları barındırmaz aslında suskular içinde. Suskular derinliği, anlamayı, dinlemeyi, dönüşmeyi gizler derinlerde.
Konuşarak çözüme ulaşamayan niceliği bir bir ele alıp teker teker geçirir süzgeçten, bilgi ile, duygu ile, yaşanmışlık ile harmanlayıp başkalaştırır suskular hayatı; dönüştürür.
Birilerinin kibirlerinin körlüğüyle ezip geçtiği hayallerini alır, sarıp sarmalar, cesareti ekleyip üstüne güç kazandırır ve salıverir olduğunda, olgunlaştığında evrene; dönüşüp yaşamının vazgeçilmezi olsun diye. Ne körü körüne mantıkla bağlıdır bağları ne de duygu ile ağlamaklıdır gözleri; suskuların.
Hiç düşündünüz mü neden iki kulağımız ama bir ağzımız var? Dinlemenin konuşmadan daha önemli olduğunu bize göstermek için olmasın bu sakın!
Susmanın acizlik olduğunu söyleyen nicesi kelimelerin esiri olmuş, kimliksiz, kimsesiz hayatların gölgesinde can çekişirken; susmalarda yeni başlangıçlar sancıya gelmiştir henüz. Konuşmanın güç olduğunu düşünenlerin söylemlerdeki temelsiz hafiflikle tüy gibi uçup gidişlerini izlemişsinizdir çoğu zaman. Bilmek, bilmiş olmak, okumuş olmak, yaşamış olmak fütursuzca konuşmak olmamalıyı yüzümüze çarpan nice gereksiz açıklama yapmaya mahkum kaldığımızda ya da yanlış anlaşılmalarla yitirdiklerimizde anlarız. Tecrübedir hepsi ve tecrübeler kapalıdır. Hemde çok pahalı. Bazen can ile ödenir bedeli.
(Bir konu üzerinde opsesif bir şekilde konuşmaya başladığında kişi, heyecanınında vücudunda yarattığı hormonal denge değişikliği ile daha az nefes alır ve beyin oksijensiz kalır. Oksijensiz kalan beyin ise depolardaki doğru mantık, yaşanmışlık birikimlerine ulaşamadan hızlı giden konuşma ile hafif bir sarhoşluğu andırır halde devam eder konuşmacı. Durup dinlemediği müddetçe, nefes alıp beyni rahatlatmadığı sürece maalesef yanlış sözlerin, mantığın esiri olur.)
Tecrübeler yaşanmışlıkların, yaşanmışlıklar birikimlerin, birikimler bilginin, bilgi öğrenmenin çocuğudur. Konuşmak ve susmak ise nefes almak gibidir.
Düş ile düşünce, konuşmak ile susmak, sevmek ile nefret; gece ile gündür gibidir. Birbirlerinden çok farklı gözükürler ama biri olmayınca diğeri olmaz, var olamaz.
...
Tüm bunları bir kaç dakika içinde parmak uçlarımdan akıtırken kağıda özlemin sardı vücudumu incedev inceye.
Sevmelerden kaçamazdı ya insan. Yaşı, işi, duruşu ne olursa olsun yürek attığı sürece sevda var demekti her şeyde.
Martı seslerinin bölmesini isterdim suskunluğumu oysa yokluğunun ince sızısı gırtlağımı düğümlemişti. Mesafelerin bir anlamı yoktu bilirim hiç bir şeyi engellemeye ama... Ama işte... Derin bir iç çektiren o; AMA...
Yaralarımı daha kaç dizede, cümlede sarmaya çalışırım bilinmez. Kendinden kaçmaya çalışmak değil bu aksine üstüne üstüne gidip olabildiğince kanatıp yarayı, ne var ne yok akıtma telaşı dışarı. Ki kalan bir kırıntı an gelip yenilemesin acıyı.
Kırgınlığım yok kimseye; kendimden başka. Barbaros`un şarkısında dediği gibi `bana borcun var dünya` diye haykirasım gelmiyor değil bazı anlarda ama hemen suskularımı geçirip üstüme bir kahve, bir sigara nefes alışlarıma odaklayınca herşeyi duruluveriyor içimdeki sesin, uzaklaşıp gidiyor.
Ne vakit ateşin düşse içime `Çek git başımdan!` diye bağırırken buluyorum kendimi ve gülüyorum bu halime seslice. Deliliğin eşiğinde gezinmek bile güzel böyle başı boş seninle. En azından çizgideki ince ipte gezinmeyi öğrendim sayende. Hooop bir adımla deli, hooop diğer adımla zeki oluveriyor insan birdenbire.
Üşüdüm. Kar hızlanmaya başladı yine.
En güzeli eve gidip siyah beyaz bir filmi bahane edip her şeyi doyasıya ağlamak gene...
Birde démodé derler şu siyah beyaz filmlere. Sevdayı bilmeyenlerin dilince işte sadece bu `Demode!`...