Üsküdar feribotuna binerken görevli babama çantasını güvenlikten geçirmesini söyledi.
Babam, memleketindeki haksızlıklara çok sık şahit olduğu için, belirli bir tavır geliştirmiş, kime nerde sert çıkacağını, nerde alttan alacağını bilen bir asker emeklisi.
Babam-"e öndeki beyefendi çantasını güvenlikten geçirmedi.
Görevli-"ama o polis"
Babam-"ben de askerim"
Görevli-"o zaman sen de geç."
Bu didik didik güvenlik aramasından sonra içimiz rahat bir şekilde feribotumuza bindik.
Bizim gibiler için uzaktan memleketimiz ile ilgili konuşmak, yazılar yazmak "hariçten gazel okumak" gibi.
Tiye alırız, komiklikler yaparız, devamlı sizde olmayan bizde var diye hava atarız.
“yurtdışında hiç böyle şeyler yok, o güvenlikten cumhurbaşkanı gelse geçmek zorunda”
Öyle valla. Tek tek korumaları da geçmek zorunda. Hem de saatini kaçırırsa diğerini beklemek zorunda.
Yaşadığımız yer cennet. Doktor bedava, çocuklara dişçi bedava tam bir sosyal devlet. Korunuyoruz kollanıyoruz.
Çoğunuzun dediği gibi tuzumuz kupkuru.
İnsan seçimleri ile yaşar. Burda yaşamayı seçtiğimiz gün eskiden yaşadığımız ve artık yaşayacağımız iki diyarı karşılaştırmayı bıraktım. Çünkü ait olmak istedim. Aynı anda iki yere tam olarak ait olmak mümkün değil. Kalp, hafıza başka yere, vücut başka yere ait olamaz. Olmaya çalışırsa mutsuz olur. Burdaki mutsuzluğun tarifi, depresyon hali, bitmeyen özlem, bitmeyen gözyaşı hali. Etrafındaki yeşillikleri, çiçekleri görememe, çocuklarının büyümesini keyifle izleyememe, yaptığın yemeklerin, sahip olduğun 3-5 dostun kıymetini bilememe hali. Gözünün hep kapıda, kulağının hep telefonda olması hali. Acıtan özlem hali. İnanın hiç çekilmiyor.
Çoğumuz sonunda ait olmayı seçtik, olamayanlar da zaten döndüler. Artık memleketimizi hasretle özlesek de yaşadığımız yerin kıymetini biliyoruz.
Tuzumuz öyle kuru da değil üstelik. Burda güvenlik çok sorun olmuyor gibi dursa da hâlâ stad konserlerinde bombalar patlıyor, sokakta insanlar öldürülüyor. Hırsızlık ve insanların birbirine güvensizliği yüzünden, yolda düşüp bayılsan, insafına geleceğin kişi çok az. İnsanlar kandırılmaktan o kadar korkuyorlar ki komşuculuk oynamamak için erkenden uyuyorlar. Nerde o çaya gelen karşı komşum? Zaten sadece hava durumu konuşarak insan ne kadar yaşayabilir? Sonunda ben de pek kimsenin kapısını çalmaz oluyorum.
Hani doktorlar bedava ya, o kalan sağlar için öyle. Eğer bir acile düştünüz ve bir doktor görebildiyseniz, gerçekten çok hastasınız demektir, en fazla 2 ay sonra sizi tekrar görmek isteyeceklerdir. Zaten o 2 ayda yarım yamalak olsa da iyileşiyor insan. Öyle çatkapı gidilecek bir Acıbadem de yok burda. Önce bir devlet hastanesine git öyle.
Benzin ucuz ama burda benzincide bir hizmet bedeli yok da ondan. Benzin pompası ile kendi benzininizi kendiniz koyuyorsunuz, “camınızı sileyim mi?” diyen kimse yok.
Hele o haksızlık mevzusu... Her zaman “onlardan olmayan”ız. Ne kadar hoşgörülü, sevecen dinliyor gibi olsalar da, hepimiz onlar için Polonyalı'yız. Gerçekten nerden geldiğini merak etmezler bile. Sessizce yapılan haksızlıklar, onların dilinde istediğim etki ile kavga edemediğim için hep kabulleniş olmuş.
Yazımın adı serzeniş, yani sitem. Benim sitemim kendinden başka kimsenin zorlukları olduğuna inanmayan, hakettiği yerde olması için mekan değiştirmesi gerektiğine inan, o koşul ve mekandaki insanların hayatlarının pek kolay olduğunu düşünen dostlarıma. Öyle degil.
Çünkü yaşam her yerde bir gayret gerektiriyor, yer mekan farketmiyor, kimseninki kimseninkinden kolay değil. Olduğumuz durumun içinde bir tanecik bile kıymeti bilinecek an varsa, yaşamaya değiyor. O an geçip gidince de yenileri geliyor. Hep gelsin.