Mehmet Beyciğim,
'Mabet' başlıklı yazınız bazı hâtırâtı ihyâ etti...
Ocak 1980, yüksek tahsilimi itmâm için Almanya'ya gittim. Sabahları almanca lîsan kurslarına gidiyor, akşamları da bir hastanede temizlik yapıp, üç kuruş para kazanıyordum. Böylece hastanenin morguna varıncaya kadar her köşesini öğrendim.
O köşelerden birinde, 'köşe' mefhûmunu rahatlıkla aşacak cesâmette bir kilise vardı. Temizlik yaparken birkaç defa papazla karşılaşıp, selâmlaşmıştık. Türk ve Müslüman olduğumu öğrenince İslâm'a dair sualler isticvâb etmiş, dilim döndüğü kadarıyla cevaplamıştım. "Bir sıkıntın olursa bana gel" demişti.
Lîsan kursunun nihayetine doğru üniversitelerin kayıt sezonu iptidâ etti. Her üniversitenin müstakil kayıt ve müracaat sistemi mevcûttu. Dokuz üniversite intihab etmiş, dokuzuna da müracaat için elzem evrâkı tanzim etmeye başlamıştım. Sahîh evrâkın tasdikli fotokopileri, tasdikli tercüme vesâir ile beraber, her müracaat için dört sahife evrâk gerekiyordu. Kâmîlen otuzaltı fotokopi nüshasının tasdiki gerekti. Üniversite sekreteryaları, bu tasdiklerin bağlı bulunduğumuz konsolosluklardan yapılmasını talep ve icbâr ediyorlardı.
"Memuru böyle bunaltmağa hakkınız yok!" diye bağırarak, fotokopiler ve asılları yüzüme fırlattı, konsolosluğumuzdaki 'yetkili'.
O devirlerdeki hükûmetlerin ve onların memurlarının üslûblarını pek çabuk nisyân edenler oluyor.
Müracaat vakti daralıyor, çâresizlik içerisinde bunalıyordum. Sıkıntı yüzüme de aksetmiş olmalı ki, temizlik yaparken ânîden karşıma çıkan papaz, neler olduğunu sordu. Vaziyeti hûlâsâ ettim. "Getir bana evrâkı" dedi. Yüzümdeki trene bakar gibi olan ifadeyi görünce, "Almanya'da benim mührümü reddedecek bir müessese olabileceğini tahmin etmiyorum" dedi. Çok şaşırmıştım. Bu Almanya laik filân değil miydi yoksa?
Papaz, otuzaltı sâhîfe evrâkı tek tek mühürleyip, imza etti. Üzerinde büyükçe bir haç tasfîrinin ve kilisenin ismi bulunan evrâkı göndermiş olduğum dokuz üniversiteden de kabûl cevabı geldi. Merhûme Anneanneciğimin, "Her işde bir hayır vardır evlâdım" sözü kulaklarımda çınladı. İmkânlarım fevkalâde mahdûd olduğundan, papaz efendiye teşekkür için büyükçe bir kâse sütlâç yapıp, götürdüm. Nasıl sevindi, nasıl teşekkürler etti, hâlâ unutamam.
Bana bağırıp çağırıp, tezyîf ve tahkîr eden memuru ise unuttum.
Yüzünü dahi hatırlamıyorum.
Gelelim kendi Memleketimize...
"Hastanelere Mescîd koyalım" dense, ne lâkırdılar edilir... Hâlbuki Latince'de bir enfes bir söz vardır: "Medicus curat, natura sanat." (Tabâbet tedâvî eder, Tabiat iyileştirir.)
Kendilerini 'Tabiat'ten daha ulvî bulan mahlûkat, Mescîd'i ne yapsın? Para'ya secde etmek için Seccâde'ye gerek var mı?
Sevgi ve selâmlar...
Bu mektubu tek başıma okumayı bencillik gibi gördüm.
Yurt dışında yaşayan değerli arkadaşım, isminin yayınlanmasını istemiyor.
Sadece "Bir Dost" diyelim.
Bizim, naçiz bir yazımızla "hâtırâtı ihya olan" dostlarımız olduktan sonra, karada denizde havada sıkıntı çekmeyiz çok şükür.
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)