CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, 28 Şubat dönemini anlatırken, o günün “ikliminden” söz ediyor.

“O iklim herkesi etkilemişti” diyor.
Son günlerin moda tabiriyle “zamanın ruhundan” söz ediyor.
Evet bugünün gözlüğü ile o günlere bakarsak, çok farklı bir tablo görüyoruz.
Bakın 2010 yılında bir yazımda şunları yazmışım:

“28 Şubat ilginç bir dönemdi.
Bugün 28 Şubat’ın mağduru olarak sunulan Erbakan ve Çiller’e acaba vatandaş da ‘mağdur’ gözüyle mi bakmıştı?
28 Şubat sürecinden sonraki ilk seçim sonuçlarına baktım.
Seçimin iki kaybedeni var.
Biri Necmettin Erbakan, öteki Tansu Çiller.
Erbakan’ın 1995 seçiminde yüzde 21.38 olan oyu, 1999’da yüzde 15.41’e düşmüş.
Çiller’in 1995’te 19.18 olan oyu, 1999’da yüzde 12’ye inmiş.
Yani biri 6, öteki 7 puan kaybetmiş.
   
Bunun anlamı şu değil mi: Halk, bugün ‘mağdur’ olarak takdim edilenleri o gün cezalandırmış.
? Peki buna karşılık kimi ödüllendirmiş?
Bülent Ecevit’i.
DSP’nin 1995’te 14.64 olan oyu, 1999’da 8 puan artışla yüzde 22.19’a çıkmış.  
Öyleyse, ‘Müslümanlara eza çektirdiği’ ileri sürülen 28 Şubat sürecinde halk kimi ödüllendirmiş?
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne türbanla girmeye çalışan Merve Kavakçı’nın karşısına dikilen lideri.”
Tuhaf değil mi?
   
Bence değil...
O günlerde stadyumlarda atılan sloganları, evlerde yanıp sönen ışıkları, ülkenin en büyük işçi ve işveren kuruluşlarının el ele yaptıkları basın toplantılarını, yayınladıkları deklarasyonları düşünürseniz ve bir de yolsuzluk iddialarını ve Refahyol hükümet protokolünde, “Meclis’teki yolsuzluk iddialarını karşılıklı olarak aklama” maddesini düşünürseniz hiç tuhaf değil.
   
Bir de şu sorunun cevabını merak ediyorum.
2002 seçiminde halkın ödüllendirdiği Tayyip Erdoğan kimdir?
28 Şubat mağduru mu, yoksa 28 Şubat’ın Müslümanlar üzerindeki olumlu etkisinden dersini çıkarmış bir lider mi...
Yani siyasete Erbakan’la değil, yani onun partisinde değil, yani “Milli Görüş gömleği” ile değil, yani onu çıkardığını söyleyerek devam eden yeni bir siyasetçi değil mi?
Bakın Demirel, 12 Eylül’den sonra döndü ve başbakan, ardından cumhurbaşkanı oldu.
Ama ne Erbakan ne de partisi dönebildi.
Sizce bunların hiçbir anlamı yok mu?

Islak imzayı, bir annenin çocuk ihtimamı ile açıklamak

GEÇENLERDE bir yazımda sormuştum.
“Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat’ta aldığı kararların altında ıslak imzası bulunanlar bu imzanın gerekçesini açıklamalıdırlar.”
Rahmetli Erbakan artık hayatta olmadığı için bunu açıklaması mümkün olmadı.
O dönemde Devlet Bakanlığı yapan, bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amsterdam’a giderken bu ıslak imzanın kendince bir açıklamasını yaptı.
Aynen şunları söyledi:
“Erbakan Hoca, çocuğun annesi gibi davranırdı. Bu meseleyi kırmadan, dökmeden halletmek istedi. Zamana yayarak halletmek istedi.”
Bence makul, insani ve ikna edici bir açıklama.
Ama bu açıklamayı makul görürsek, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e niye yükleniyoruz?
O da, toplumun tamamına yayılan bu krizi, “kırmadan, dökmeden” ve özellikle de anayasal kurumlar çerçevesinde çözmek için çalışmadı mı?
   
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, birlikte siyasete başladığı Erbakan’ın ıslak imzası için getirdiği gerekçeyi, o dönemin bütün aktörlerine teşmil edebilirsiniz.
Unutmayın, TÜSİAD’ından Odalar Birliği’ne, oradan çalışan sendikalarına kadar herkes ayaktaydı.
Hükümetin gitmesi için 6.5 milyon imza toplanmıştı.
Bu koroya Fethullah Gülen de katılmıştı.
Bugünün en demokrat geçinen insanlarının, o günlerde yazdıkları yazılara bir bakın.
Kim kimler için “postallı demokrat” ifadesini kullanmış?
Evet “zamanın ruhu” işte öyle bir şeydi.
Rahmetli Sabri Ülgener’in kitaplarını yeniden okumanın tam zamanı.
“İklimi” anlamayanlar, daha doğrusu anlamak istemeyenler, o günlerde yaptıklarını unutturmak için kraldan bin kat daha kralcı bağırıyorlar.
“Bu memleket için kurşun atan da şereflidir, yiyen de” diyerek faili meçhullerin teorisini yapan gurular, şimdi intikam tamtamları çalıyor.
İyi de Mehmet Ağar niye hapse giriyor...
 

(Hürriyet)